Google

Cuma, Eylül 28, 2007

Zekanın Efendisi Bilinçaltı

Bilinçaltının temelinde bağlantı kurma vardır. Öğrendikleriniz arasında bağlantı kurarsanız unutmazsınız. Yani ne kadar çok bağlantı, o kadar çok zekâ.



Bilinçaltımızın derinliklerinde sınırsız bilgelik, engin bir güç ve bize gerekli her şeyin olduğunu biliyor muydunuz? Bilinçaltımızı geliştirip kontrol ederek yaşamımızdaki olumsuzlukları değiştirmek mümkün mü? İşte bu sorunun cevabını üç yıldır profesyonel olarak "zihin koçluğu" yapan fizik öğretmeni Zafer Akıncı'ya sorduk. Uzun yıllar öğrencilerin öğrenme modelleri üzerine çalışan Akıncı, "zihin koçu" olmasını şöyle anlatıyor: "Önceden öğrencilerin ya zeki ya da geri zekâlı olduklarını düşünüyordum. 1998 yılında çoklu zekâ uygulamalarıyla tanıştıktan sonra her şey değişti. O yıl hafıza eğitimi aldım. Öğrencilerle yaptığım çalışmalarda gördüm ki bu çocuklarda anlayış, öğrenme ve hafıza sorunu yok. Anladım ki öğrenmeyi etkileyen hafıza ve zekânın dışında bir faktör daha var. Onun da bilinçaltı olduğunu keşfettim."
Vizyoner Eğitim Danışmanlık Merkezi'nde "zihin koçluğu" yapan Zafer Akıncı, öğrenme problemi yaşayan, kötü hatıralarından kurtulmak ve bilinçaltını kontrol altına almak isteyenler için sorularımızı cevaplandırdı.



Bilinçaltını kısaca tarif eder misiniz?

Amerika'da bilinçaltı konusunda uzmanlardan biri "Bir gemi düşünün, bütün tayfaları bilinçaltıdır. Her şeyi yapan onlardır. Bilinç de kaptandır. Kaptan emir verir, duygularıyla 'şunu yapma' derse, bilinçaltı ona itaat eder. Çünkü gemiyi kontrol eden esas işi yapan bilinçaltıdır." diyor. Kaptanı yani bilinci etkileyen faktörler vardır. Bunlar anne, baba, kardeşler, arkadaş çevresi, televizyon vb.


Bir çocuk doğduğunda en az 400 defa "yapamazsın, edemezsin" sözünü işitiyor. Bilinç bunu hemen algılıyor ve bilinçaltına kaydediyor. Psikolojide buna "Kendini gerçekleştiren kehanet" deniyor. Bu olumsuz şartlanma, insan zihnini kötü yönde etkiliyor.



Bilinçaltını kullanarak öğrenme nasıl gerçekleşir?

Aslında bizim bütün öğrenmelerimiz bilinçaltında olur. Bilinçaltı bağlantılarla çalışır. Bana getirilen bir öğrencinin ebeveyni "Hocam bu çocuk matematiği sevmiyor." demişti. Çocukla matematiği neden sevmediğini bulmak için konuştuk. Konuşurken ilkokul döneminde yaşadığı bir anısını anlattı. Matematik öğretmeni derste soru çözerken yanlış cevap verdiği için çocuğu öğrencilerin arasında küçük düşürmüş. Çocuk bilinçaltında bağlantı kurmuş, matematik işlemlerini görünce kendisini aşağılanmış hissediyor. Öğrenciyle bir bilinçaltı çalışması yaptık. "Çok güzel bir anını düşün" dedim. Kendini çok iyi hissettiği sırada -tabiî gevşemiş bir halde alfa konumunda, duyusal yoğunluk yaşayarak- tahtaya matematik dersinden uzun formüllerden birisini yazdım. "Şimdi gözünü aç!" dedim. Gözünü açınca formülü gördü. "Şimdi gözünü kapat" dedim. Bir iki kere daha bunu uyguladık. Yaptığım şey şu; matematik formülleriyle çocuğun güzel anıları arasında bağlantılar kurduruyorum. Çocuk, sene sonunda takdirname aldı. Matematiği de beş oldu.


Velilerimizin çok kullandığı bir şey var: Meselâ çocuk matematik dersinden ödevini yapmaya çalışıyor, fakat yapamıyor. Veli de sinirlerine hakim olamayıp çocuk anlamadı diye bağırıp çağırıyor veya tokadı yapıştırıyor. Farkında olmadan çocuğun bilinçaltında matematik dersiyle azar ve tokat arasında bağlantı kurduruyor. Bu da ileride o çocuğun matematik dersini sevmemesine ve yapamamasına neden oluyor. Antony Robbins diyor ki "Annem bana sigarayı nefret ettiren kadındır. Birgün annem, 'Oğlum sigara içmek ister misin?' diye sordu. Ben de 'Evet' dedim. Bir hafta kavanozun içinde beklemiş, ıslanmış, iğrenç kokan sigarayı verdi ve 'İçeceğin şeyin kokusunu al.' dedi. İçimde öyle bir bağlantı oluştu ki ne zaman sigara görsem midem bulanıyor."
Bilinçaltı çok güçlüdür. Bağlantılarını yapar ve sizin fizyolojinizi ona göre ayarlar. Farkında olmasanız bile bilinçaltı bağlantıları eğitimde, ailede ve her türlü ilişkide kullanılır. Ne yapmanız gerektiğini bağlantılar kurarak ayarlar. Bu eğitimde çok daha önemlidir. Bir şeyi başaramayacağınıza inanırsanız onu başaramazsınız.



Bilinçaltıyla öğrenme tekniklerini hangi temele bağlıyorsunuz?

Bilinçaltının temelinde bağlantı kurma vardır. Öğrendikleriniz arasında bağlantı kurarsanız unutmazsınız. Hafızası zayıf olan bir çocukla görüşüyorum. Çocuk ateri oyunlarında muhteşem. Labirent tipi oyunlarda bütün labirentleri sayabiliyor. "Nasıl tutuyorsun bunu aklında?" dedim. "Hocam, çok zevkli." dedi. Labirent isimleriyle bilinçaltı arasında zevkle bağlantı kurmuş. Hafıza teknikleri, çoklu zekâ uygulamaları, konsantrasyon eğitimi, hızlı okuma teknikleri bunların hepsi bilinçaltı bağlantı tekniğiyle öğretilir. Zaten fizyolojik olarak da böyle. Beynimizde nöronlar var. Bütün nöronların arasında bağlantı kurduğunuzda zekâ oluşuyor. Yani ne kadar çok bağlantı, o kadar çok zekâ. Herkeste yaklaşık 100 milyar nöron var ama nöronlar arasındaki bağlantı kombinasyonu sınırsız.


Temel prensip bağlantısını, bilinçaltında eğitimcilerimiz kullanmalı. Meselâ ben ders anlatırken hiçbir zaman konunun ismini önceden söylemem. Her konuya hazırladığım küçük hikâyelerle başlarım. Örneğin "Nişanlı güzel bir bayan laborant, deney yapıyor. Deney yaparken birden parmağındaki yüzük, deney yaptığı sıvının içine düşüyor. Ağlayarak profesörün yanına koşuyor diyor ki 'ben mahvoldum, alçak adam bütün herşey yalanmış.' Profesör soruyor; 'ne oldu kızım' diye. 'Bu adamın sevgisi yalanmış' diyor. Profesör, 'Nerden anladın?' deyince o da 'yüzüğüm sıvının içine düştü ama dibe batmadı, sıvının öz kütlesi altının öz kütlesinden küçük olduğu için batması gerekirken yüzüğüm batmadı. Demek ki altın değilmiş bunun herşeyi yalan." Ve diyorum ki "Çocuklar kaldırma kuvveti hayatınızı kurtarır, kendinizi kandırtmayın." Herkes gülmeye başlıyor. Böylece güzel bir duygu oluşuyor konu hakkında. Şimdi ben ne anlatırsam anlatayım onlar anlayacaklar. Bu yöntem dersin başında 5 dakikamı alıyor. Sonra "Hocam ne kadar kolay bir konuymuş." diyorlar. Psikolojide buna "çapa" deniyor. Mizah yaparak çocukların kafasına çapalar atıyorum.


"Çocuklar şimdi çok zor bir soru soracağım bunu yapan her soruyu çözer." diyorum. Halbuki sorduğum soru çok basit. Tabiî çözüyor çocuk. "Hocam hani zordu" diyor. "Aslında zor da size kolay geldi, işte bir zor soru daha" diyorum, gülmeye başlıyorlar. Beyinlerinde bağlantı kuruyorum. Zor soru deyince mizah anlıyorlar. Bağlantıyı güçlü kurduğumuzda %95 başarı alıyoruz. 14 kişilik bir sınıfta yaptığım çalışmalar sonunda 11'i Milli Eğitim başarı sınavında ilk 50'ye girdi. Bunu tüm derslerde uygulayabilirsiniz. Bilinç ve bağlantı tekniği artı mizah. Meselâ gazlarda kaldırma kuvvetiyle ilgili bir formül vardır. P.V=N.R.T çocuklara ben "Palavracı Nurettin" deyince gülüyorlar. Formül komik geliyor.


Eğitimde bu tekniklerin uygulanması gerekir. Bu bakış açısını kazandırmak lâzım çocuklara. Bir öğrencim var. Psikoloğa götürmüşler IQ testinde geri zekâlı olduğu tespit edilmiş. Halbuki IQ testi, zekânın tümü için yapılan bir test değil, sadece sayısal ve sözel zekâyı ölçüyor ve her insanda 20'ye yakın zekâ türü var. IQ testi sonucu geri zekâlı olduğu söylenen çocukla çalışmaya başladık. Ona 10 tane kelime verip "Say" dedim. "Hocam, biliyorsunuz bunu sayamam." dedi. Perişan olmuş çocuk, ailesi de kendisi de geri zekâlı olduğuna ikna edilmiş. İki buçuk ay özel bir çalışma yaptık. Şimdi bana diyor ki "Hocam dünya hafıza şampiyonasına nasıl başvurabilirim?" Özgüven kazandı; çünkü yapabildiğini gördü.



Bilinçaltıyla öğrenme teknikleri herkese uygulanabilir mi?

Herkese uygulanabilir. Özel bir şart gerekmiyor. Bilinçaltı sadece psikologların tapusunda olan bir konu değildir. En muazzam organımız olan beynin nasıl kullanılacağını öğrenmemiz gerekir. Eğitimciler özellikle bilinçaltını bilmediği için birçok çocuğu harcıyor. Öğretmenler olarak verdiğimiz mesajlar çocuğun beynine ne olarak gidiyor, nasıl sonuçlar doğuruyor, öğrenmemiz lâzım. Anne babaların da bilinçaltı konusunda etraflıca bilgi almaları gerekir. Çünkü her insan deha beyniyle doğar.



Bilinçaltımızın kapasitesi ne kadardır?

Beyni tanıdıkça bilimadamları şu tespiti yapıyor: "Gerçekten muazzam sınırsız bir yapı." Oysa veliler çocuklarının bilinçaltını "yapamazsın, edemezsin, ahmak" gibi sözlerle dolduruyor. Ve bunlar sürekli kayıt ediliyor. Bu şekilde çocuğun beyni şartlandırılıyor. Sonra da öğretmenler çocuğun hayatını karartıyor. Hepsi için demiyorum; çünkü bu teknikleri bilmediği halde öğrencilerini çok iyi yetiştiren öğretmenler var.



Bilinçaltı öğrenme teknikleriyle hangi yaşlardaki öğrencilerden daha fazla verim alıyorsunuz?

En çok ortaokul düzeyindeki öğrencilerle çalıştım. ÖSS düzeyinde de verim aldım. Ortaokul çok önemli bir çağ; tam karakterin oluştuğu, bilinçaltının oturduğu bir dönem. 11-12 yaşına kadar çocuklar çok iyi eğitilmelidir.



Her ders için aynı teknikle mi yoksa ayrı ayrı tekniklerle mi eğitim veriyorsunuz?

Aslında ben ilk başladığımda fotografik hafızayı kullanıyordum. Ondan sonra çoklu zekâ uygulamalarını keşfettim. Sonra konsantrasyon, hızlı okuma ve NLP tekniklerini öğrendim. Ve bunların hepsini birleştirerek "bütünleşik zihin gelişimi" adında bir öğrenme modeli uygulamaya başladım.



Bütünleşik zihin gelişimi modelini biraz daha anlatır mısınız?

Bu sistemle insanlara zihninin nasıl çalıştığını öğretiyoruz. Yani ben çocuğa "Tarih dersini böyle çalışmalısın" demem, "Senin zihnin böyle çalışıyor, aklında böyle tutabilirsin." derim. Çocuk zaten zihnini keşfedince nasıl çalışacağını kendisi buluyor. Başarılı çocuklar bunları kullanıyor zaten. Başarısız olan öğrenciler ise "İllâ böyle çalışacaksın." diye bizim koşullandırdıklarımız.
Şu ana kadar 270'in üzerinde öğrenciyle çalıştım. 270 tane ayrı ayrı beyin çalışma sistemi buldum. Biz insanlara nasıl yapacağını öğretiyoruz. Bu yanlış. Önemli olan beynin nasıl çalıştığını anlatmak.


Geçenlerde bir hadise yaşadım. Velinin bir tanesi dedi ki "Hocam bu çocuk ders çalışırken ayakta geziyor. Ben de oturtuyorum". Çocukla konuştum. Yaptığım testlerde de çocuğun "kinestetik" yani dokunsal bir yapısı olduğu ortaya çıktı. Bedeniyle anlayan bu çocuğu oturtuğun an dersi anlayamaz. İşte veliler bunları bilmedikleri için çocuğu koşullandırıyor. On kere çocuğun kafasına vursanız bir daha kalkıp dolaşamaz ama dersini de anlayamaz. Sonra da "geri zekâlıyım" diye kendini etiketler, inanç oluşturur. Çocukları bir şeylere zorlamadan önce iyi analiz yapmak gerekir.



Küçük yaşlarda bilinçaltıyla öğrenme eğitimi almış bir öğrencinin ileriki yıllarında aldığı bu eğitim etkisini korur mu?

Küçük yaşlarda verdiğimiz böyle bir eğitim, çocuğun ileriki yaşlarında da avantaj sağlar. Çocuk, zihnini tanıdığı için öz güveni gelişir; karakteri oturur. Biz çocukların zihinlerinin nasıl çalıştığını önemsemiyoruz. Başarısız olduklarında ise onları suçluyoruz.



Verimli bir bilinçaltıyla öğrenme eğitimi kaç seansta tamamlanıyor?

Bilinçaltı teknikleri dediğimiz öğrenme modelinde sihirli değnekle dokunup bir şeyleri değiştirmiyoruz. Çocuk nasıl öğreniyorsa öyle öğretiyoruz. Beynin grafiğini çıkarıyoruz. Çalışmalarımız genellikle bir ay sürüyor. Bilinçaltı tekniklerini kullanarak konsantrasyon, öğrenme, motivasyon, hedeflere kilitlenme eğitimlerini veriyoruz. Konsantrasyon çok önemli. Öyle öğrencilerle karşılaşıyorum ki "Beş dakika dersin başında duramıyorum." diyor ama "Yüzüklerin Efendisi" filmini üç saat gözünü kırpmadan izliyor. Konsantrasyon bozukluğu olan çocuk üç saat nasıl otuyor? Sorun konsantre bozukluğu değil dersi nasıl çalışacağını bilmiyor. Biz derse konsantre olmasını sağlıyoruz.




BAŞARI İÇİN BİLİNÇALTINI PROGRAMLAMA İPUÇLARI

1- Bilinçaltınızda her sorunun cevabı vardır. Uykuya dalmadan önce bilinçaltına "Sabah altıda kalkacağım." emrini verirseniz sizi tam saatinde uyandıracaktır.

2- Her gece yatarken kendi kendinize söylediğiniz olumlu ifadeler sağlığınızın kusursuz olması yönünde olsun; bilinçaltınız buyruğunuzu yerine getirecektir.

3- Bir kitap ya da harika bir tiyatro eseri yazmak, fevkalâde bir konuşma yapmak istiyorsanız, bu fikri sevgiyle hissederek bilinçaltınıza iletin; o da size istediğiniz karşılığı verecektir.

4- Asla "bunu yapamam" ya da "şunun olması imkânsız" gibi sözler söylemeyin. Bilinçaltınız bunu yalın anlamlarıyla alacak ve bu düşüncelerden dolayı yapmak istediğiniz şey için yeteneğiniz olmadığını kabul edecektir.

5- Size zarar verecek ya da canınızı yakacak şeyler düşünmeyin. Çünkü neye inanırsanız onunla karşılaşacaksınız.

6- En doğru şekilde düşünüp hissetmeye başlarsanız huzurlu bir zihne sahip olmanız kaçınılmaz olur. Bilinçaltınız, zihninizden geçirip doğru olduğunu iddia ettiğiniz her şeyi kabul edecek ve size bunu yaşatacaktır.

7- Bilinciniz kapıdaki bekçidir. En önemli işlevi bilinçaltını, yanlış izlenimlerden korumaktır. İyi şeylerin olabileceğini ve şu anda olmakta olduğunu düşünmeyi her zaman tercih edin.

Pazartesi, Eylül 24, 2007

Aç Kalmanın Zararları =)



















Geçen gün metroda iki kadın konuşuyorlardı. Biri “Amaan, ben artık öğle yemeği yemiyorum. İyi oluyor, hem uğraşmıyorum, hem de belki zayıflarım böyle.” dedi. En temel yaşamsal ihtiyaçlarımızdan olan yemek yemeyi bile külfet kabul edip, hazırlamaya/yemeye üşenen bu insanların benzerlerine çok rastlanır oldu. “Her gün düzenli olarak 5 öğün yemeniz lazım,” diye ter ter tepinen diyetisyenlere inat, kimileri öğle yemeğini de hayatından çıkarmış. Çoğu kişi sabah kahvaltı bile etmeden evden fırlıyor. Arada ıvır zıvır bir şeyler atıştırıp günü geçirdikten sonra akşam eve gidince, açlıktan gözü dönen bünyenin etkisiyle, normal bir insandan çok, ortalama bir öküz kadar yemek yiyerek kendilerine ettikleri kötülüğü taçlandırıyorlar. Sonra da, “Ben niye şişmanım. Yemiyorum ki?” şeklinde ağlıyorlar.

Benzeri bir durum da bazı oruç tutanlarda görülüyor. Oruç tutan insan, geçici bir süre için beş öğün yemek yeme kuralına uymuyor. Ama ibadettir, kendi tercihleridir, buna karışmaya kimsenin hakkı yok tabii. Yine de oruç tutanların iftardan sonra en az dört öğün olacak şekilde yemek yeme düzenini sürdürmesi mümkün. Ancak hareketli ve yoğun bir iş hayatı olan bazı kişiler, sahura kalkmaya üşeniyorlar veya yorgun oldukları için kalkamıyorlar. Ertesi gün, iftar yemeğine kadar aç kalıyor, böylece oruç tutmuyor da adeta 24 saat aç kalma rekoru kırıyorlar. Çevrenizde böyle oruç tutanları görürseniz hemen anlarsınız: İş yaparken aşırı gergin olurlar, hemen sinirlenmeye hazırdırlar. Trafikte gerekli gereksiz kornaya asılır, kavga ederler. Dikkatleri, sabırları ve anlayışları iyice azalmıştır. Biraz boş kaldıkları zaman, ya da metroda, otobüste, hemen uyuklamaya başlarlar. Bazen düşüp bayıldıkları da olur. İftar saatini zor beklerler. Ezan sesini duyar duymaz, yemeklere saldırır, normal zamanda yiyeceklerinin üç katını yerler. Gecenin kalan kısmını da acil serviste geçirme ihtimalleri yüksektir. Bu şekilde oruç tutanların yaptığı ibadet midir, kendilerine ve etraftakilere eziyet midir bilinmez.

Uzun süre aç kalmanın vücuda da ruh sağlığına da bazı etkileri var. Öncelikle, öğün atlayarak zayıflayacaklarını zannedenler, tam tersine daha çok kilo alırlar. Çünkü aç kaldıkları sürede metabolizmaları yavaşlayacağı için, yeterince kalori yakamaz, önceden aldıkları kiloları kaybedemezler. Akşamları metabolizmanın doğal olarak en yavaş olduğu saatlerde yemek yedikleri zaman da aynı durum geçerli olacağı için bünye harcayamadığı kalorileri yağ olarak depolar ve vücudumuzun karın bölgesinde, göbek adı verilen yusyuvarlak, sevimli çıkıntı büyüdükçe büyür. Yukarıda anlatılan beslenme düzensizliğinde ısrar edilirse, şişmanlık ve şişmanlığa bağlı envai çeşit sağlık sorununun yanısıra kas erimesi, sürekli yorgunluk, halsizlik, dikkat dağılması, baş ağrısı, düşünme ve anlama yeteneğinin azalması, sinirlilik, gerginlik, depresyon gibi sonuçlar da ortaya çıkar. Bu kas erimesi mevzusunu ilk öğrendiğimde kendi kendime”Ne kadar yağ bağlamaya mereklı, yağ yakmaktansa kas yakmayı tercih eden, gıcık bir bünyemiz varmış.” demiştim. Ama ne yapsın bünyemiz protein alma ihtiyacı içinde, proteinden karşılaması gereken enerjiyi yağdan karşılayamıyor. Biz yeterli beslenip süt, yoğurt gibi nevaleleri bünyeye almazsak, vücudumuz da kendi kendisini yiyen bir yamyama dönüşüyor. Kaslar yetmezse, beyinden de yemeye başlıyormuş vücut, et olmazsa sakatat ile beslenme anlayışıyla. Sürekli abuk diyetlerle zayıflamaya çalışanların kaslı olmadıkları gibi zeka ve anlayış bakımından da parlak olmadıklarını görüyoruz zaten. Ne kas gücü ne zeka. Gerçekten umutsuz bir durum.

'' Şişir Beni'' adlı filmi izleyenler bilir, filmde kendisini kobay olarak kullanıp fast food yiyerek dengesiz beslenen abimiz, önceden aslan gibi çocukken, sadece 1 ay gibi kısa bir süre içinde, aşırı kilo aldı, kasları eridi, sindirim sistemi dağıldı. Demek ki, özellikle şehirlerde yaşayanların içinde bulunduğu süpper sağlıklı (!) koşulların da etkisiyle, vücudumuzun yanlış beslenmeyle hemen bozulmaya eğilimli, tırttan bir dengesi var. Buradan da anlayabiliriz ki, iş, güç, para diye gözü dönmüş bir şekilde koşturdukları için veya hayattan bezmiş, tembel oldukları için yemek yemeye üşenen insanların ve sahura kalkmadan oruç tutacağım derken farketmeden Hint fakirlerinin tuttuğu yolda koşanların kendilerine ettikleri kötülüğü düşmanları bile etmiyor.

Cuma, Eylül 21, 2007

Neden Gıdıklanırız =)

Gıdıklanmak rahatsız edici olduğu kadar eğlendiricidir de. Başkaları tarafından, hatta bazen dokunulmadan gıdıklanırız, ama kendi kendimizi gıdıklayamayız. Bazıları gıdıklanmaya karşı çok hassasken bazıları etkilenmez bile.

Bir insan gıdıklanınca, derinin yüzeyinde bulunan küçük sinir lifçikleri harekete geçer. Özellikle tüyle okşama, böcek yürümesi gibi olaylara hassas olan bu lifçikler, sinyalleri beyne gönderirler. Ancak araştırmacılar bu sinyallerin beyinde nereye kaydedildiğinden emin değiller. Beyinin gıdıklanmaya tepkisi, kaşınmaya olan tepkisi gibi, gönülsüz yapılan bir tepkidir.

Gıdıklama ile kan basıncı artarken, nabız ve kalp atışı hızlanır, beynin uyanıklığı fazlalaşır. Gıdıklanmanın fiziksel olduğu kadar psikolojik yanı da vardır. Gıdıklanma başlangıçta zevkli olabilirse de sürdürüldüğünde korku ve paniğe dönüşebilir.

İnsanların daha çok gıdıklandıkları yerler, ayak altı, avuç içi ve koltuk altı gibi bölgelerdir. Bunun nedeni, buraların çok hassas bölgeler olmalarıdır.

İnsan beyni vücuda gelen uyarıların hangisinin insanın bizzat kendisinden, hangisinin dışarıdan geldiğini ayırt eder ve ona göre öncelik verir. Örneğin, elimizin yanması gibi acil refleks gerektiren dışarıdan gelen uyarılara öncelik verir. Bu nedenle bir başkası tarafından gıdıklandığımızda reaksiyon gösteririz ama kendi kendimizi gıdıklamaya çalıştığımızda beyin bu noktalardaki hassasiyeti azalttığından gıdıklanamayız.

Nasıl Öğreniyoruz,'!

Hangisi en iyi; okumak, yazmak veya duymak!


Öğrendiklerimizin,

%83’ünü görme

%11’ini işitme

%3.5’unu koklama

%1.5’unu dokunma

%1’ini tatma duyularımızla ediniriz.



T.C. Cobun, “Media and Public School Communication” in R.A. Weisberger (Ed.), Instructional Process and Media Innovation...(1)

Zaman sabit tutulmak üzere insanlar;

Okuduklarının %10’unu

İşittiklerinin %20’sini

Gördüklerinin %30’unu

Hem görüp hem işittiklerinin %50’sini

Söylediklerinin %70’ini

Yapıp söyledikleri bir şeyin ise %90’ını hatırlamaktadırlar....(2)

Matematikte başarılı olmak,'!


Kimi insanlar için matematik çok zor gelir, başarılı olamadıkları için de bu dalı pek sevmezler. Herkes matematik dáhisi olamaz, ama belli ölçüde matematiği herkes anlayabilir diyor bilim insanları.

Matematik sınavı yaklaştı. Sayılar, denklemler ve problemler aklınıza bir türlü yerleşmiyor mu? En iyisi oturup çalışmak. Yoksa kimi insanlar için çalışmak boşuna mı? Hayır, hiç de değil, belli ölçüde matematiği herkes öğrenebilir.

Matematikte başarılı olmak "matematik anlayışı" gerektirir. Matematik anlayışı ise soyutlama yetisi, mantıksal düşünce ve yaratıcılığın bir kombinasyonudur. Ve tahmin edeceğiniz gibi buradan yeteneğe geldik. Sonuçta her insan aynı derecede yaratıcı değildir. Ve birçok matematikçi ailelerine baktığımızda, matematik yetisinin de diğer bazı yetiler gibi kalıtsal olduğunu görürüz.

Kanadalı bilim adamları

Fakat Kanadalı bilim adamları, anne ve babası matematikte başarılı olmayan çocuğun bile matematik yetisini geliştirebileceğini söylüyorlar. Bilim adamları araştırmaları sırasında, okul öncesi döneminde çok iyi öykü anlatabilen çocukların daha sonraları matematikte başarılı olduklarını saptamışlar. Bu nedenle okul öncesi çocuklara, öykü anlatmayı öğretilmesi önerilmekte.

Bununla birlikte matematikle ilgili temel bilgileri bilmeyenlerde yetenek de fayda etmiyor. Bu yüzden matematik dersinde anlatılanları ve öğretilenleri dikkatlice takip etmek çok önemlidir. Ve anlatılanları öğrenip, ev ödevlerinizi büyük bir merakla yaparsanız, matematiği kavramanın dahi olmadan da mümkün olduğunu görürsünüz.

Tabii sadece formülleri ezberlemenin işe yaramadığını siz de biliyorsunuz, önemli olan işin mantığını kavrayıp uygulayabilmek sonuçta. Matematik konusunda büyüklerinizden yardım aldığınızda, onlardan, size çözümü söylemelerini değil, çözüme giden doğru yolu bulmanızda yardımcı olmalarını isteyin.

Düşünen Makinaler / Data Bakteriler spR =)

Yöntemin mucitleri, bir bakterinin genlerine yüzlerce yıl muhafaza edilebilecek önemli miktarda sayısal bilgi yüklemeyi başardı.

Araştırmaya göre, "bakteriler ve belli bir genetik şifreye göre çoğalan diğer mini organizmalar, veri depolamak için önemli potansiyel" sunuyor, bu da bilim dünyasının ilgisini çekiyor.

BİLGİLER YOK OLMUYOR

Japon araştırmacılara göre, mini organizmalar, harddisk ve hafıza kartlarıyla kıyaslandığında çok küçük kalsalar da genlerinde çok uzun süre önemli miktarda bilgiyi saklayabilecek.

Araştırmacılar, bilgileri genlerin değişik noktalarında depolayan teknoloji geliştirdiklerini, bunun da zaman içinde oluşacak genetik mutasyon sonucu bilgilerin yok olma ihtimalini azalttığını belirtti.

DİJİTAL BİLGİLER TERCÜME EDİLDİ
Uzmanlar, çalışmalarında "Bacillus subtilis" adlı bakterinin genlerine dijital bilgiyi kimyasal elementlere "tercüme eden" bir yöntem kullanarak şifreli kısa mesaj "yazdı." Verilere ulaşmak için, bakterinin normal gen haritasını mesaj yüklenerek değiştirilmiş gen haritasıyla kıyaslamak yetiyor.

Bu gelişmeler ise akıllara Dünya düşünen makinalara doğru mu gidiyor sorusunu getirdi.

2030'da neler olacak ,'!

24 yıl sonra torunlarımızla çalışacağız.

Modada teknolojide, ulaşımda insan yaşamının her bölümünde geleceğin trendlerini belirleyen dünyanın en önemli gelecek bilimcilerinin (futurolog) oluşturduğu Dünya Futuroglar Birliği, bundan 24 yıl sonra dünyanın neye benzeyeceği konusunda tahminlerini yayınladı. Bilimsel ve teknolojik gelişmelere göre 2030' da dünyada şunlar olacak:


Dünya nüfusu 8.2 milyara ulaşacak. Kişi başına düşen gelir ortalaması 6 bin dolardan 11 bin 500 dolara yükselecek.
Dünya politikası, ülkelerin İslam' a bakışı üzerine şekillenecek.
Türkiye'nin AB'ye katılımıyla birlikte Avrupa Birliği içerisinde de İslam’ın etkisi daha fazla hissedilmeye başlanacak.
İnsanoğlu ilk kez Mars’a ayak basacak
işleyişten rahatsız olan İngiltere ve yanına çekeceği bazı ülkeler AB' den çıkacak.
Süper.bilgisayarlar avuç içine sığacak. Kıyafetlerden gözlüklere kadar her üründe bilgisayar bulunacak.
Nanoteknolojiyle beynimiz bilgisayarla iletişim kuracak. Yıpranan organlar yine nanoteknolojinin nimetleri sayesinde kendi kendine yenilenecek.
Genetik ve kök hücre gelişmeleriyle insan ömrü uzayacak. Aynı şirket içinde 4. jenerasyondan insanlar birilikte çalışacak.
Bulaşık makinesi, çamaşır ,makinesi, buzdolabı hayatımızdaki yerini koruyacak. Ancak manuel kontroller yerine ya kendi kendilerine yada sesle kumanda edilecekler.

Einstein İzafiyet Teorisi Ve Zamanda Yolculuk ,'!

GEÇMİŞE YOLCULUK VAR !
Einstein izafiyet teorisini ortaya attığından bu yana, fizikçiler dünya üzerinde dört boyut bulunduğunu kabül ediyorlar.O zamana kadar bilinen ve kabül gören üç boyut olan uzunluk, yükseklik ve genişliğe ek olan diğer fiziksel boyut ise zaman olarak biliniyor. Matematiksel olarak da kabül gören 4'üncü boyut, diğer üç boyuta eşit değer taşıyor. Ancak insanlar dünya üzerinde üç boyutta, her yönde hareket edebiliyorlar yani, yukarı ve aşağı, sola ve sağa, ileri ve geri. Ancak zamanda sadece ileri doğru hareket edebiliyorlar, zamanda geriye doğru hareket hiçbir zaman gerçekleşmiyor.Fakat fizik kanunlarında, zamanın geriye doğru hareket edemeyeceğini söyleyen bir kural mevcut değil. Zaten Einstein'in bu konuda ispatladığı hareket denklemi de zaman geriye döndürüldüğünde gayet iyi çalışıyor. Ancak henüz hiç kimse zamanda geriye seyahat etmeyi başaramadı.

Zamanın iki yönlü ya da tek yölü bir yolculuk olup olmadığı konusu, Aziz Agustin'in ''zaman geçici bir şey midir, yoksa her zaman mevcut olmuş mudur'' sorusunu ortaya atmasından bu yana 1500 yıldır insanların kafasını kurcalamayı sürdürüyor.Bundan tam 100 yıl önce H.G.Wells, The Time Machine/ Zaman Makinası adlı romanında bu konunun fizikçilere araştırılmasını önermişti.Mekanda (gerçekte mekan-zaman) istenen yönde yolculuk yapılabildiğine göre, acaba ''zaman içinde de istenen yönde seyahat edilebilir mi'' proplemi teorik fizikçilerin zihinlerini kurcalıyor.

İzafiyet Teorisi nedir?
Tam Türkçesi ''Görecelik Teorisi'' olan izafiyet teorisi üç bölüme ayrılır.Bir bölümü çeşitli hızlardaki aralar veya maddelerde geçen zamanın, uzay-zaman içinde değişik konumlarda bulunan gözlemcilere göre ''göreceli'' olduğunu varsayan bir teoridir. Ünlü fizikçi Einstein, sonlu ve eğrisel olduğunu düşündüğü evrenin dört boyutlu olduğunu, dördüncü boyutun zaman olduğunu ileri sürmüştü. Mesela ışık hızına yakın bir süratle giden bir uzay gemisini, dünyada ikizi bulunan birinin kullandığını varsayalım. 10 yıllık bir seyahate çıkıp dünyaya geri döndüğünde, uzay gemisini kullanan ikiz, dünyada kendisini bekleyen ikizinden daha genç olarak dünyaya ayak basacaktır. Uzay gemisini kullanan ikiz ışık hızına yakın bir süratle hareket ettiği için, onun saatiyle on yıl , dünyadaki kardeşinin saatiyle 15-20 yıl olabilecektir.


ZAMAN MAKİNASI

Ahlak bilimciler bu durumu hilekarlık olarak nitelendiriyorlar. Onlara göre eğer mevcut doğa gerçekten zamanın geri gitmesine izin veriyorsa, bunu gerçekleştirmenin de bir yolu olmalıdır diyorlar. Son günlerde Princeton Üniversitesinden bir fizikçi, kuramsal olarak zamanda geri yolculuk yapmanın mümkün olduğunu ortaya çıkardı.

Fizikçi Richart Gott'un bu teorisi, son derece saygın bir fizik dergisi olan Physical Review Letters'da yer aldı. Bu teori, Einstein'ın İzafiyet Teorisi'nden yola çıkarak hayali bir zama makinası yaratıyor ve şunu öne sürüyor: ''Zaman ve uzay her ikiside çok geniş kütlelerle karşılaşınca veya ışık hızı civarında bir süratle hareket edince kırılıyorlar.''

Bu öneriyi ortaya atan ilk kişi Gott değil. 1988 yılında, California Üniversitesinde çalışmalarını sürdüren teknoloji fizikçisi Kip Thorne ve iki çalışma arkadaşı da kendi teorik zaman makinalarını ortaya çıkarmışlardı ve bu çalışma da aynı derginin eski sayılarından birinde yayınlanmıştı.

Caltech adı verilen bu zaman makinası, fizikçiler tarafından karadeliklerin çekirdeğinde bulunduğu kabül edilen, kurtdelikleri içinde hareket etmeyi mümkün kılıyor. Karadeliğin çekirdeğindeki yoğunluk ve çekimin altında uzay, bir tünel meydana getirecek şekilde eğriliyor. Bu tünel dünyanın herhangi bir yerinde rastlanacak olan atom parçacığından bile daha dar olarak teşekkül ediyor. Tünelin bir ucundan giren herhangi bir cisim, diğer uçtan derhal dışarı çıkıyor, hatta bazı özel durumlarda geçmişe de hareket ediyor. Bu zaman makinesinin kullanılmasının ne derece mümkün olduğunu görmek oldukça zor. Zaman makinesinin, içinde insan karadelikteki ezici basınçtan etkilenmemeli ve tek bir atomdan bile daha dar olan ucundan dışarı çıkabilecek şekilde kendini küçültmeli. Daha da fazlası kurtdeliği, patlamaya meyilli olduğu durumlarda, hemen arkasından bir ikincisi meydana gelmeli ve bir açıdan bu tüneli açık tutmayı sağlamalıdır.

Bu konuda Gott'un fikirleri de şöyle: '' Thorne'un bu makinesi fazla akıllıca bir şekilde düşünülmemiş. Ancak bu fikir benim de yola çıkarak başka türlü bir zaman makinesi ortaya çıkarmamı sağladı. Gott'un zaman makinesi Thorne'nun kinden daha basit. Karadelikler ve kurtdeliklerine yer vermiyor. Sadece ışık hızında hareket eden bir uzay gemisi ve uzaydaki kozmik hatlara yer veren bir teori. Aynen kurtdelikleri gibi kozmik hatların evrende varolsa da olmasa da, sadece teorik düşünceler açısından varlıkları kabül ediliyor.

alıntı.. kaynak : The Time Machine Project © 2005 Cetin BAL

Cenin Psikolojisi ;'!

Yeryüzünde her bir saniyede binlerce bebek dünyaya gelir. Hayat ile bu kadar iç içe olan bu mucizevî hadise, insanoğlu için sıradışı hisler uyandırır. Hiçbirimizin hatırlamadığı ama hipnoz altında belli bir aya kadar hatırlanan doğum öncesi dönem, sırlarla doludur. Anne karnında 40 hafta bekleyen insan-oğlu, nispeten dar ve sınırlı bir ortamdan bu dünyaya adım atar. Dünya hayatını bitirenler, aynen ana rahminde doğum için bekledikleri gibi, yeniden yaratılmak için kabirde beklerler. Ana rahmi ile kabrin bu açıdan benzerliği vardır.




İnsanoğlu ana rahmindeki gelişmesini tamamlayıp doğum ile birlikte hayata ilk adımlarını attığında, onun için ölüme kadar geçecek yeni bir hayat başlar. Doğum ile birlikte bebek ilk defa nefes alır, ilk defa bir ışık görür ve ilk önce onu dünyaya getiren annesi ile kucaklaşır. Hesap için haşredilen insanoğlu dünyadaki durumuna göre ilk defa cenneti veya cehennemi, ebedî hayatı ve Yüce Yaratıcı'nın cemâlini görür.

Anne karnında çocuğun mâruz kaldığı biyolojik ve psikolojik hadiselerin, onun bütün hayatına tesir ettiğini iddia eden bilim adamları vardır. Ana rahminde şahsın beden yapısı, doğuştan bir hastalığı olup olmayacağı, mizaç özellikleri ve zekâ kapasitesi gibi onun için hayatî öneme sahip birçok özellik şekillenir. Doğumla birlikte gelişme süreci başlıyor gibi düşünülse de, insanın büyün hayatı anne karnındaki gelişmesi temel olmak üzere, doğumdan sonraki ilk beş yılda büyük ölçüde şekillenir. Bir başka deyişle doğumdan sonraki ilk beş yıldaki gelişmelerin (dolayısıyla hayatın) menfi veya müspet seyri de bir yönden anne karnındaki biyolojik ve psikolojik gelişmeye bağlıdır.

Belli bir dönemden sonra ceninin dıştaki hâdiselerden etkilendiği ve anne karnındaki canlının da psikolojik bir yapısı olduğu tespit edilmiştir. Cansız bir et parçasından çıkıp canlı bir hâle gelmesi, ona ruhun üflenmesi ile olur. Bu safhadan sonra artık duygular, düşünceler ve davranışlar gelişmeye başlar. 5. haftadan itibaren şekillendirilmeye başlanan beyin korteksi, insan olma yolunda hareket, düşünme, konuşma, plân yapma kabiliyetlerinin yavaş yavaş gelişmesi için sebep olarak görülür. 9. haftadan itibaren cenin hıçkırabilir ve gürültüye tepki verebilir. 12. haftadan itibaren ağrıya duyarlı, yeri geldiğinde ağlayan bir cenin haline gelir. 5-6. aylarda işitmeyle annesinin sesini tanımaya başlar ve anne sesi ile sakinleşir. Kapı sesi veya araba kornası gibi seslerde ana rahmindeki bebeklerde irkilme olur.

Günün yaklaşık % 90'ını uyuyarak geçiren cenin, 32. haftadan itibaren REM uykusu (hızlı göz hareketleri) ile birlikte rüya görmeye ve bu esnada hızlı göz hareketlerini yapmaya başlar. Anne karnındaki bebeğin gülümsemesi ve bazı davranış şekilleri modern görüntüleme âletleri sayesinde daha iyi anlaşılmıştır. Görme, bebekte en son gelişen duyudur. Anne karnı tamamen karanlık değildir. Annenin organları ışığı çok az geçirebilir. Flaş veya parlak ışık altındaki annelerin bebeklerinde ışık uyarısına cevap oluşabilmektedir. Ancak doğuma kadar tam olarak hazır olmayan görme duyusuna fazla uyaran yapılmasının retinaya hasar verebileceği bilinmektedir. Bu yüzden hâmilelerin çok güçlü ışıklara mâruz kalmaması, bebeklerinin göz sağlığı açısından çok önemlidir. Eğer bebek anne karnında iken görmeye de başlasaydı çoğu zaman bir karanlık görecekti. Anne karnında bebeğin gelişiminde destek olacak temel uyaranlar; işitme ve hissetme duyularıdır. Bu durumda annenin psikolojisi ve içinde bulunduğu ortam doğrudan anne karnındaki bebeğe tesir eder. Anne güldüğünde, bebek ana rahminde yukarı doğru yönelir ve aşağı-yukarı bir şekilde hızlı hızlı hareket eder. Cenin uyanık veya uykulu olsa bile saatte yaklaşık 50 kere hareket eder. Annenin stresli olduğu zamanlarda, ceninin kalb atışlarının hızlandığı ve hareketlerinin arttığı bilinir. Annede olabilecek depresyon, endişe ve uyum problemleri, anne karnındaki bebeğin etkilenmesine sebep olur. Bu yüzden, ana rahminde gelişen bebeğin dış dünyadan müteessir olduğu ve anne psikolojisinin bebeğe yansıdığını düşünerek, hamilelik döneminin sağlıklı ve rahat bir psikoloji ile geçirilmesi gerekir. Anne karnındaki bebeğin, annenin huzuru ve rahatlığı ile desteklenmesi gerekir.

Hisseden, kısmen gören ve işiten ceninin öğrenme ve hatırlama özellikleri gelişir. Bu öğrenme farkında olmadan, otomatik şekildedir. Dış dünyadaki tesirlere karşı reaksiyonları, tavır ve tutum olarak görülür. Meselâ, tekrarlanan gürültülü sese veya annenin sesine karşı tavrı, en önemli öğrenme şeklidir. Anne karnına karşı verilen farklı seslerde bebeğin parmak emme hızı farklı olmakta, bebek doğduğunda anne sesini yabancılardan ayırt etmektedir. Bu tespit, öğrenme ve hafıza ile ilgili önemli bir bulgudur. Bebeğin kalb atışları tanıdık kişilerin sesi ile yavaşlarken, yabancı kişilerin sesi ile tekrar eski haline dönmektedir.
Doğacak bebeğin şahsî özellikleri, anne karnındaki ceninin hareketleri ile kısmen önceden tahmin edilebilmektedir. Anne karnında çok hareketli olanların daha çabuk sinirlenen bebekler olduğu görülmüştür. Aynı zamanda bebeklerin biyolojik ritmi; annenin yemesi, hareketleri ve uyku-uyanıklık hallerinden etkilenmektedir. Aşırı stresli annelerin bebekleri, normalden daha aktif olmaktadır. Başka bir çalışmaya göre ise, iyi beslenen, az stresli ve toksin almayan anneler hamilelik dönemlerinde cenin ile yeterli miktarda konuşurlar, rahatlatıcı sesler oluştururlar ise, çocukları daha zeki, konuşma kabiliyeti daha iyi, hareketleri daha dengeli ve sosyal olarak daha uyumlu olmaktadır.1 Ancak bu görüşler, henüz başka çalışmalar ile desteklenmemiştir.

Sağlıklı bir cenin psikoloji için yapılması gerekenleri şöyle sıralayabiliriz:
Çocuk sahibi olmak için ebeveynler istekli olmalı,
Ebeveynler, düzenli olarak doktor kontrolünden geçmeli,
Anne, alkol ve diğer toksinlerden uzak durmalı,
Aile olarak ortak zaman geçirmeli,
Anne, stres ve sıkıntılı ortamdan mümkün olduğunca uzakta bulunmalı,
Anne ve baba, bebeği tam olarak kabullenmeli,
Annenin hamilelik dönemi boyunca psikolojisi sağlıklı ve huzurlu olmalı,
Anne ve baba, bebek konusunda cinsiyet beklentisine girmemeli,
Hamilelik süresince anne mümkün olduğunca sakin bir ortamda bulunmalı,
Annenin çevresinde, çocuğun sakinleşebileceği sesler oluşturulmalı,
Anne, aşırı fizikî faaliyetlerden kaçınmalı,
Anne, aşırı korku ve endişeden uzak durmalı,
Bilhassa 5. aydan itibaren anne, karnındaki bebeğe yeri geldiğinde konuşarak, yeri geldiğinde dokunarak alâka ve muhabbet mesajları vermeli,
Anne dengeli beslenmeli,
Anne, ağır ve stresli işlerde çalış-mamalı.

Ceninin psikolojisi ve anne karnındaki gelişme göz önüne alındı-ğında, insanoğlunu sadece arzular ve arzuların doğurduğu davranışlardan ibaret olarak görmenin ne kadar yanlış olduğu anlaşılır. Anne karnındaki bebeğin bile duygularının olması, hissetmesi ve buna bağlı olarak davranışlarının meydana gelmesi, insanın bedeni ve ruhu ile birlikte hayatın başlangıcında bile, ne kadar mükemmel ve kompleks bir yaratık olduğunu gösterir. İnsanı sadece yeme, içme, yok etme ve üreme fonksiyonları olan bir canlı olarak görmek, kişinin kendine yapabileceği en büyük haksızlıktır. İnsanoğlunun ana rahmindeki serüveni ve ceninin bir psikolojik yapısının olması insanın yaratılışı hakkında önemle düşünülmesi gerektiğini göstermektedir.
Ana rahminde gelişen hâdiselerin bu kadar mükemmel ve ibret verici olması ve her şeyin bu kadar kusursuz işlemesi, Yüce Yaratıcı'nın büyüklüğü ile birlikte anneliğin ne kadar mesuliyetli bir iş olduğunu da açıkça gösterir. Bir tek hücreden başlayarak yaratılan trilyonlarca hücreye sahip canlının hayatının sıradan bir hadise olmayıp, hatasız işleyen bir saat gibi, her bir çarkın hikmetli sonuçlara vesile olarak döndüğünü görüyoruz. Bu bilginin şuuruna sahip anne adaylarının dünyaya gelmesi mukadder olan yavrularını hayata hazırlarken içinde yaşadıkları maddî ve mânevî atmosfere daha dikkat etmeleri yanında, baba adaylarının da bu hususta onlara yardımcı olmaları, sağlıklı bir nesil için önemli bir husus olarak görülebilir.
Alıntı Kaynak: Dr. Hasan AYDINLI

Seksin Asıl Kaynağı Beyin ,'!

Cinsel gereksinim, beynin hangi bölgelerinden kaynaklanıyor? Bilim adamları bu sorunun yanıtını bulabilmek amacıyla erotik bir film seyreden erkeklerin beyinlerindeki etkileri, herhangi bir heyecan uyandırmayan bir film ve komik bir film izleyen kişilerin beyinsel faaliyetleriyle karşılaştırdılar.

Araştırma sonunda erotik filmin yarattığı heyecanın, beynin belli bölgelerini harekete geçirdiği saptandı. Bu duygunun, kanlarında testosteron miktarının yüksek olduğu erkeklerde bu bölgeleri daha çok etkinleştirdiği belirlendi. Kadınlarda cinsel dürtülerin ne şekilde harekete geçtiği konusu ise, ne yazık ki şu aşamada bilim adamlarını pek ilgilendirmiyor.

Gerçekte, insan cinselliği kültürel, sosyal ve psikolojik boyutları olan oldukça karmaşık bir konu. Ayrıca cinsel etkinlik, bilim adamlarının tanımlamaya çalıştıkları bir dizi nörolojik mekanizmayla da yakından ilgili. Öte yandan cinsel dürtü ise dış uyarılar, anılar ve fantazilerle örülü bir kavram. Bu değişik uyarılar içerisinde görsel unsurların yanısıra koku da çok önemli bir yere sahip.

Bilim adamları kokuların cinsel davranışlar üzerinde büyük etkisi olduğunu belirtiyorlar. Örneğin, aybaşında olan kadınların terini koklayan hemcinslerinin regl günlerinin değişikliğe uğradığı saptandı. Indiana Üniversitesi'nden (ABD) araştırmacılar ise "taze eğreltiotu" kokusu içeren parfümlerin cinsel fanteziler üretmeleri istenen kadınlara koklatıldığında, deneklerin cinsel açıdan uyarıldıklarını ortaya koydu.

Beyin, tüm bu görme, koklama ve dokunmadan kaynaklanan dürtüleri algılayarak hipotalamusa iletiyor. Üçüncü ventrikülün karmaşık bir yapısı olan hipotalamus, insanoğlunun cinsel işlevlerini yönlendiriyor. Bu bölüm hasara uğradığında ya da çıkarıldığında cinsel faaliyetler olanaksız hale geliyor. Ancak cinsel arzular varolmayı sürdürüyor.

Fransız bilim adamı Jean-Didier Vincent, hipotalamusta bulunan preoptik mediyan bölgenin cinsel davranışları harekete geçirdiğini belirtiyor. Nitekim hadım erkek fareler üzerinde yapılan bir araştırma, cinsel arzuların ve buna bağlı olarak aktivitelerin azalmasının bu bölgede elektriksel aktiviteyi de azalttığını ortaya koydu. Ancak buraya biraz testosteron enjekte edildiğinde hayvanın cinsel fonksiyonları yeniden canlanıyor.

Öte yandan, preoptik mediyan bölgenin yanından yer alan ventromediyan çekirdek, ereksiyonda ve kadınların cinsel davranışlarında önemli bir rol oynuyor. Hadım farelerin ventromediyan çekirdeğine kadın hormonları aşılandığında hayvanların dişi fareler gibi davrandıkları belirlendi.

Peki, fareler için geçerli olan insanlar için de geçerli mi? Bu konuda yalnızca, preoptik mediyan bölge hasara uğradığında cinsel arzu ve davranışların da yokolduğu biliniyor. Bu bulgular ışığında, eskiden cinsel suçlar işlemiş olanlar preoptikmediyan bölgeye müdahale suretiyle "tedavi ediliyordu". Günümüzde ise, testosteronun beyin üzerindeki etkisini bloke eden "kimya yoluyla hadım etme" yöntemi uygulanıyor.

Cinsel işlevleri kontrol eden sinir merkezlerindeki nöronlar, aralarında haz molekülü olan dopaminin de bulunduğu pek çok nörolojik unsurdan yararlanıyorlar.

Preoptik mediyan bölgeye salgılanan dopamin miktarına göre birçok sinir reseptörü harekete geçiyor. Böylece cinsel etkinlikten önce az oranda dopamin salgılandığında ereksiyon meydana gelirken boşalma gecikiyor; bu miktar fazla olduğunda ise boşalmaya yol açıyor, ereksiyonu ise engelliyor.

Beyin cinsel faaliyetleri düzenlerken belden aşağıda neler oluyor? Bilim adamlarının araştırmalarına göre, ereksiyonda parasempatik sinirler ve sempatik sinirler gibi iki tür sinir rol oynuyor.

Parasempatik sinirler, enerjinin depolanmasını, cinsel etkinliklerin yoğun olmadığı dönemlerde organizmanın işlevlerini aynen korumasını sağlarken, sempatik sinirler ise bedenin, stres gibi dış etkenlere uyum sağlamasına katkıda bulunuyorlar. Parasempatik sinirler ereksiyona yolaçarken sempatik sinirler ise boşalmayı sağlıyorlar. Birbiriyle sürekli etkileşim halinde olan bu iki sistem merkezi sinir sistemiyle iletişim kuruyor.

Bu arada, parasempatik sinirler kesildiğinde ereksiyonun tamamen kaybolmadığını saptayan araştırmacılar, normal yol yıkıma uğradığında bu konuda ikinci bir faktörün devreye girdiği düşüncesinden yola çıkarak bu seçeneği bulmaya çalışıyorlar.

Bilim dünyasındaki tüm araştırmalar, iktidarsızlığı önlemeye yönelik tedavi yöntemlerinin geliştirilmesine yardımcı olacak. Bilim adamları, dopamin, oktosin ve noradrenalin gibi nörotransmiterlerin salgısının ruhsal bunalımlar sırasında azalmasını önleyecek yöntemleri araştırırken bazıları da, deri altına pompa yerleştirilmesi gibi uygulamalarla bu salgıların miktarını ayarlamaya çalışıyorlar.

Ancak gelecekte cinsel bozuklukların, özellikle gen terapisi yoluyla tedavi edilmesinin gündeme geleceği belirtiliyor. Bu tedavinin cinsel etkinliklerde etkin olan ancak yaşlılık ya da şeker hastalığı nedeniyle bozulan hücreler arasındaki iletişimi kolaylaştırabileceği düşünülüyor.

Çarşamba, Eylül 19, 2007

Arı Sokması olayı ile ilgili =)

Hocalar arı zehri protein bazlı olduğundan dolayı 50-55 derece de toksin özelliğini yitiriyormuş. Yani öyle olduğunu sanıyorum =) insan derisinin dayanabileceği sıcaklık ise yaklaşık tahmini değer 65 derecenin üzerine çıkabilmesinden yandır. Bu durumda arı sokması gibi durumlarda en basit yöntem yanan bir sigarayı arı tarafından tecavüze uğranılan bölgeye temas ettirmeden olabildiğince yaklaştırmak ve bölgeyi ısıtmak. 15-20 saniye sonra ağrı ve şişlik kaybolması lazım gerekir.

Fakat sigarayı derinize temas ettirmemeye çok dikkat edin, yanarsınız sonra ..vicdan azabı duyarım =)

Uzay Aslında Gördüğümüz gibi değil ,'!


Bilim ve ötesi


4. boyuta hoşgeldiniz! Hatta beşinciye ve de altıncıya...

Bir grup astrofizisyen geçen hafta uzayın altı boyutlu olduğunu iddia etti. Oxford Üniversitesi’nden Joseph Silk ve ekibi, “karanlık madde” adı verilen göremediğimiz yoğunlukların var olduğuna inanılan evrende bu maddelerin açıklanamaz uzaysal davranışlarını ancak başka boyutları görmeye çalışarak anlayabileceğimizi söyledi. Evrenin büyük bir kısmını göremiyoruz. Beyaz cüceler, kahverengi cüceler, gezegenler, yıldızlar ve de kara delikler evrenin ancak görebildiğimiz kısmı. Bu da % 10’u ediyor. Peki geri kalan % 90 nerede? Yıldızların gösterdiği çekimsel hareketler ortada bizim göremediğimiz başka maddelerin olduğunu ortaya çıkarıyor fakat biz bu maddeleri algılayamıyor ve karanlık boşluklar olarak görüyoruz. Silk ve ekibi karanlık maddenin küçük ve büyük galaksilerde değişik etkiler yarattığını söylüyor.

Karanlık bir oda düşünün, bu odada 5 ayrı yerde mum yanıyor ve siz o mumları saçtıkları ışık sayesinde görebiliyorsunuz. Diğer eşyaları görmeniz ise mümkün değil. Ancak belirli yansımalar görebilirsiniz. Bir de eğer odayı tanımıyorsanız bu odada bilmediğiniz eşyalar vardır. Onları el yordamıyla anlamaya çalışır, dokunamadıklarınızı ise hissetmeye çalışırsınız. Uzayda ise bu daha da karışık; gördüklerimiz, göremediklerimiz bir yana bir de belki de asla göremeyeceğimiz, bizim anlayamayacağımız boyutlar, büyük bir gizem var. Bilim adamları uzayın göremeyeceğimiz kadar yoğun olan maddeler (MACHO) ve yine göremeyeceğimiz kadar küçük, atomun milyonda biri kadar olan diğer maddelerle (WIMP) dolu olduğunu söylüyor. Bu maddelerin üç boyuta sığmadığını da ekleyerek evrenin ancak bir nanometre kadar olan kısmını görebildiğimize inanıyorlar. Hubble taramasına devam ediyor. Bebek adımlarıyla milyonlarca kilometrelik bir yolda yürümeye çalışıyoruz. Her gün yeni bir teori ortaya atılıyor. Bir gün, belki bir gün değişik boyutları görebilecek büyük buluşlarla evrenin çözülemez gizemini belki biraz daha anlayabileceğiz. Benim inancım ise ortada bunlardan çok daha büyük bir gizem olduğu ve insanoğlunun bunu anlamaya aklının yetmeyeceği...

Geleceğin teknolojisi; NanoTeknoloji

Kozmetik, tıp, enerji ve savunma sanayi başta olmak üzere bütün alanlarda kullanılan malzemelerin yapımın yeni bir boyut getiren nanoteknoloji, bilim dünyasında çığır açıyor. Bu teknolojiyle yapılan cep telefonları, güzellik kremleri, kıyafetler, kameralar ve gözlükler, teknolojinin sonsuzluğunu gözler önüne seriyor.

Avrupa Birliği'nin de 3,5 milyar avroluk bütçesi ile en büyük 4. alan olarak kaynak ayırdığı nanoteknoloji, mikroteknolojiden sonraki en önemli teknolojik gelişme olarak değerlendiriliyor.

Bilkent Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ekmel Özbay, “nano” kelimesinin Yunanca'da “cüce” anl----- geldiğini, nanoteknolojinin atomik seviyedeki teknolojilerle çalıştığını anlattı.

Nanoteknoloji üzerine çalışmalarının 10-15 yıl öncesine dayandığını aktaran Özbay, üzerinde değişiklik yapılamayan pek çok maddenin özelliklerinin nanoteknoloji ile değiştirilmeye başlandığını kaydetti. Özbay, cep telefonlarının, güzellik kremlerinin, kıyafetlerin, kameraların ve gözlüklerin nanoteknoloji ile yeni bir boyut kazanacağını, bu teknolojiyle üretilen ürünlerin yakın gelecekte vitrinlerde yerini alacağını anlattı.

Her teknolojinin malzemeye dayandığını ifade eden Özbay, nanoteknolojinin malzemelerin boyutunu önemli ölçüde küçülteceğini belirtti. Özbay, “Boğaziçi Köprüsünün halatlarının kalınlığı 1 metre civarında, epeyce büyük. Nanoteknoloji ile bu 1 santimetreye kadar indirilebilir. Halatlar, küçük olması ile beraber aynı zamanda sağlamlığı da yüksek olan malzemelerden yapılabilir” diye konuştu.

TUNGSTEN LAMBALAR TARİHE KARIŞACAK

Nanoteknoloji alanında yaptıkları çalışmalardan söz eden Özbay, aydınlatmada kullanılan ve “tungsten” diye isimlendirilen lambaların kullanımının nanoteknolojide gelişmeler nedeniyle yakında tarihe karışacağını söyledi. Nanoteknolojiyle yüksek verimliliğe sahip ışık kaynağı elde etmeyi amaçladıklarını ifade eden Özbay, yeni lambaların daha az elektrik tüketerek daha fazla aydınlatma sağlayacağını söyledi.

Nanoteknoloji ürünü elektronik aletlerin elektrik tasarrufu sağlayacağına işaret eden Özbay, dizüstü bilgisayarların enerjisinin büyük bölümünün ekran aydınlatmasında harcandığını, nanoteknolojiyle batarya ömrünün uzayacağını, dolayısıyla elektrikten tasarruf edileceğini söyledi.

Türkiye'nin nanoteknoloji alanında yapacağı çalışmalar sayesinde, enerji tasarrufunda önemli aşama kaydedeceğini vurgulayan Özbay, “Bir anlamda, şu anki elektrik tüketimini arttırmadan, yeni doğalgaz kaynakları ya da yeni nükleer enerji kaynakları kullanmadan, enerji daha verimli kullanıldığından aynı aydınlatma çok daha ucuza ve az elektrik tüketilerek elde edilecek” dedi.

KOZMETİK VE TIPTA NANOTEKNOLOJİ

Özbay, nanoteknolojinin en çok kozmetik sektöründe kullanıldığını ancak gelecekte kullanım alanının hemen her alana yayılacağını bildirdi. Kırışıklık kremlerinin nano kapsüller içine konulduğunda cildin tam----- uygulanabildiğine dikkati çeken Özbay, pek çok kozmetik firmasının bu teknolojiyi kullanmaya başladığını kaydetti.

Nanoteknolojinin kanser tedavisine de çok büyük katkılar yapacağını kaydeden Özbay, kanser ilaçlarının nano kapsüllere yükleneceğini anlattı. Bu ilaçların vücuda verilmesinin ardından, nano tabancalarla yalnızca istenen bölgelerde patlatılacağını söyleyen Özbay, ilacın sadece tedavi edilecek noktada uygulanacağını ve tedavide yan etkilerin ortadan kalkacağını söyledi.

Özbay, bu teknolojinin kanser tedavisinde kullanılması için 3 yıllık bir sürenin öngörüldüğünü, başlatılan bir projede Gazi Üniversitesi ve Eczacıbaşı firmasıyla çalıştıklarını bildirdi.

CEP TELEFONLARI KÜÇÜLECEK

Nano malzemelerin kullanıldığı tıbbi görüntüleme sistemlerinin çözümlemelerinin daha da artacağına dikkati çeken Özbay, DVD kapasitelerinin artırılabileceğini, bilişim teknolojisinde de büyük bir çığır açılmış olacağını söyledi.

Nanoteknolojinin termal kameraların gece görüş sistemleri açısından da yenilikler getirdiğini anlatan Özbay, nanoteknoloji ürünü termal kameraların çok daha uzaktan görüntü alabileceğini belirtti.

Nanoteknolojinin günlük yaşamın vazgeçilmez ürünü olan cep telefonlarının küçültülmesine de olanak sağlayacağını kaydeden Özbay, nano malzemelerle yapıldığında cep telefonların boyutlarının bugün kullanılanlara göre 100 kat küçültülebileceğini ifade etti.

NANOTEKNOLOJİ PAZARINDA TÜRKİYE'NİN YERİ

Gelecek 15 yıl içerisinde nanoteknolojinin dünya ekonomisine 3 trilyon lira ek kaynak sağlayacağını belirten Özbay, bu teknolojinin Türkiye açısından da büyük önem taşıdığını vurguladı.

Türkiye'nin bu teknolojinin “üreticisi” ya da “tüketicisi” olma konusunda bir karar vermesi gerektiğine işaret eden Özbay, Türkiye'nin bugüne kadar nanoteknolojinin tüketicisi konumunda olduğunu söyledi. Özbay, “Amacımız yalnızca bilim yapmak değil, bu teknolojiyi Türkiye'nin yararına kullanmak” dedi. Türkiye'nin nanoteknolojiyi tüketen değil, üreten ülke konumuna gelebileceğini vurgulayarak, şunları kaydetti:

“Nanoteknolojinin insana sağlayacağı refahı algılayabilen herkes bu teknolojiye sahip olmak istiyor. ABD 4 sene içinde nanoteknolojiye 4,5 milyar dolarlık kaynak ayıracak. AB 7. Çerçeve Programında bu alana ayırdığı kaynağı 3.5 milyar avroya çıkardı. Önümüzdeki 7 yıl içinde AB, nanoteknolojiye 100 milyar avro kaynak aktaracak. Bunu sadece bilim yapılsın diye değil, buradan çıkacak teknolojilerin refah seviyesini daha da arttıracağına inandıkları için yapıyorlar.

Çin bu konularda 1 milyon kişi yetiştirmek üzere bir eğitim çalışması başlattı. Japonya, Kore ve İsrail'de bu konuda çok önemli çalışmalar var. Yani tüm gelişmiş ülkeler buna kaynak ayırıyor.”

İnternet Sosyalizasyonu Öldürüyor!

Dr. Arısoy:İnsanlar aynı evin içinde ama 'mutfakta buluşalım' diyorlar
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Özden Arısoy, internetin yanlış kullanımının sosyalizasyonu ortadan kaldırdığını söyledi.
Doç. Dr. Arısoy, Türkiye'de aile yapılarının çözülmeye, boşanmaların artmaya, tahammül oranlarının azalmaya başladığını ifade etti.

Türkiye'nin hızlı değişim geçiren bir toplum olduğunu vurgulayan Arısoy, şöyle devam etti:
"Türk toplumu göçebelikten şehir hayatına, şehir hayatından da endüstrileşmeye çok hızlı geçmiştir. Bizim bir özelliğimiz, değişime çok çabuk uyum sağlıyoruz. Çok çabuk uyum sağlarken de bazı özelliklerimizi çok hızlı kaybediyoruz. Hızlı değişim, toplumun temel değerlerinin de hızlı bir şekilde yitirilmesini beraberinde getirdi."

Türkiye'nin bilişim teknolojisindeki yeniliklere de çok hızlı ayak uydurduğunu, internet teknolojisinin de bunlardan biri olduğunu anlatan Arısoy, konuşmasına şöyle devam etti:

"İnternet, dejenerasyonu hem artırdı hem azalttı. İnternete girdiğiniz zaman sanal bir dünya var. Sanal ilişkiler var; yüz yüze, karşı karşıya değilsiniz. Sohbet yapıyorsunuz, karşınızdakinin içsel dünyasından yüz ve mimiklerinden habersiz olarak yazışıyorsunuz, hatta karşınızdaki kişinin cinsiyetinden bihabersiniz. Güya ikili duygusal ilişki yaşıyorsunuz ama karşınızdaki kadın mı erkek mi, onu bile bilmiyorsunuz? Gerçeklikten uzak bir durum."

İnternetin yanlış kullanımının sosyalizasyonu da ortadan kaldırdığını anlatan Arısoy, "İnsanlar, aynı evin içindeler ve 'mutfakta buluşalım' diyorlar. Aynı salonda oturup, günün nasıl geçtiğine dair sohbet etme, 'ne yaptın, ne ettin?' diye sormak, birbirine dokunmak, birbirinin gözünün içine bakmak, duygusal konuşmalar kalktı, ayrı odalardan bilgisayar üzerinden ilişki kuruyorlar" diye konuştu.

Dünya ülkelerinde en çok kullanılan atasözleri...

Sis yelpaze ile dagıtılmaz.
JAPONYA

Söhret kabiliyetin gölgesidir.
INGILTERE

Insan dışı ile karsılanir, içi ile ugurlanir.
MOGOLISTAN

Altın ateşle, kadın altınla, erkek kadınla imtihan edilir.
U.S.A

Ne kadar az yüksekten uçarsan, düştüğün zaman o kadar az incinirsin.
TIBET

Dikenler arasında güller yetişir.
ALMAN

Kadınlar gülebildikleri zaman gülerler, istedikleri zaman ağlarlar.
VENEZUELA

Kadın gölge gibidir, kendisini takip edenden kaçar, önünden gidenin arkasindan koşar.
KONGO

Evlenmeden evvel gözlerinizi dört açin. Evlendikten sonra yari yariya kapayin.
PORTEKIZ

Aşk ile öksürük hiç bir zaman saklanamaz.
AVUSTURALYA

Mutluluk herkesin hayatından bir kere geçer.
VENEZUELA

Insanlar yasadikça ihtiyarladıklarini sanirlar, halbuki yasamadikça ihtiyarlarlar.
ISKOÇYA

Hakiki sevgi ayrılıkta unutulmaz.
BELÇIKA

Allahin gülü dikenli yarattigina hayret edeceginiz yerde, dikenler arasinda gül yarattigina hayret ediniz.
ARABISTAN

Biri öteki kadar zengin olunca, kardesler birbirlerini severler.
UGANDA

Evlilik bir kale gibidir. Dısaridakiler oraya girmek için, içindekilerde disari çikmak için ugrasir dururlar.
TAYLAND

Yaşini söyleyen kadin ya genç oldugu için kaybedecek birseyi yoktur, ya da yasli oldugundan kazanacak bir seyi yoktur.
MALEZYA

Sevmek keman çalmak gibidir, bilmeyen kötü sesler çikarir.
BOLIVYA

Çabuk gelen kötü şans, geç gelen iyi şanstan iyidir.
ARNAVUTLUK

Baskalarini azarlar gibi kendini azarla, kendini affeder gibi baskalarini affet.
ÇIN

Eski asklar yanmıs, sönmüş kömür gibi gayet kolay alev alir.
KOLOMBIYA

Erkek yaşini saklamaya, kadın ise saklamamaya basladigi zaman yaşlanmistir.
PERU

Güzellik, tabiatin kadinlara verdigi ilk hediye, ayni zamanda geri aldigi ilk seydir.
SILI

Ömrümün sonuna kadar esseğe binmektense, bir yil ata binmek yeğdir.
HOLLANDA

Yataga yattigim zaman, problemlerimi elbiselerimde birakirim.
HOLLANDA

Aşkin tokadi üzüm gibi tatlidir.
MISIR

Tasi delen suyun kuvveti degil, damlalarin sürekliligidir.
BREZILYA

Hiç bir mutfak iki kadini alacak kadar zengin degildir.
SUDAN

Üç tasinma bir yangina bedeldir.
JAPON

Nisan yagmuru Mayis çiçegi getirir.
KANADA

Bir yalan ne kadar hizli olursa olsun, hakikat onu yetisip geçer.
KENYA

Büyük acilar sessizdir.
ITALYA

Küçük üzüntüler konusurlar, büyük dertler dilsizdir.
NIJERYA

Birlesmek baslangiçtir, birligi sürdürmek gelismedir; birlikte çalismak basaridir.
U.S.A

Ilk karini sana Allah, Ikinci karini insanlar, üçüncüsünü ise seytan gönderir.
JAPON

Idealler yildizlar gibidir, onlari tutmak mümkün olmaz ama karanlik gecelerde yolumuza onlar rehberlik ederler.
FRANSA

Evinde huzurlu olmak istiyorsan esinin bütün istediklerini yap.
NIJERYA

Yalan dört nala gider, gerçek adim adim yürür, fakat gene de vaktinde yetisir.
NORVEÇ

Biri sizi bir kez aldatirsa suç onundur. Iki kez aldatirsa suç sizindir.
ROMANYA

Bir sekilde dogar, fakat binbir sekilde ölürüz.
YUGOSLAVYA

Hak yenir ama hazmedilmez.
YUNAN

Bir adam en çok sevgilisini, en iyi sekilde ailesini, en uzun da annesini sever.
IRLANDA

Agaç ne kadar yüksek olursa olsun, yapraklari yine de yere dökülür.
ÇIN

Küçük kazançlar servet getirir.
JAMAIKA

Eski sevgi paslanmaz.
ISVEÇ

Bilimin Çözemediği 10 Sır;!

Yüzyıllardır tartışılan 10 olgu var. Bunlara bilim dünyası yanıt bulamadı. İşte o sırlar; Yüzyıllardır tartışılan 10 olgu var. Bunlara bilim dünyası yanıt bulamadı. İşte o sırlar;

Amerikan LiveScience dergisi, bilim dünyasının açıklayamadığı 10 olguyu sıraladı.

1 - BEDEN / ZİHİN BAĞLANTISI : Bir efsaneye dönüşen ‘plasebo etkisi’ zihinle beden arasındaki muhteşem ilişkinin en basit kanıtı. Bu etki kendini şöyle gösteriyor: Sahte, yani aslında ilaç olmayan bir ilaç aldıklarından habersiz denekler, dertlerine derman olacak bir hap ya da şurup içtiklerini düşündüklerinden kendilerini daha iyi hissediyorlar. Üstelik etki kimi zaman bununla da kalmıyor, tıbbi belirtilerde de düzelme görülüyor. Plasebo deneklerine bakınca, insan ister istemez, zihin neye inanırsa bedeninin de onu yaşadığına hüküm getiriyor. Pek çok uzman, zihnin yardımıyla bedenin kendi kendini iyileştirebilme kabiliyetinin, modern tıbbın yaratabileceği bir ‘mucize’den kat be kat büyüleyici olduğuna inanıyor.

2 - HAYALETLER : Hayaletlerin varlığı hakkında ciddi bir kanıt olmamakla birlikte, onları gördüğünü, onlarla konuştuğunu, onların fotoğraflarını çektiğini ısrarla anlatan -içten ya da değil- şahitler, pek çok insan var. Ancak bilim henüz yanıtı bulamadı.

3 - DEJA VU : Fransızca bir kelime olan ‘déjà vu’, Türkçede ‘daha önce görülmüş’ anlamını taşıyor. Açıklamak istediği durum ise şu: Özel bir anı ya da birtakım koşulları, aynı şekilde daha önceden de yaşamış olduğunuzu hissetme hali. Herkesin hayatında bir ya da birkaç kez yaşadığı bu duygu, şaşırtıcı, anlaşılmaz, gizemli ve evet ürkütücüdür. Araştırmacılar ‘déjà vu’ ile ilgili bazı açıklamalar yapmaya çalışsalar da, bu tuhaf hissin nedeni, bir gizem olmayı sürdürüyor.

4 - TAOS UĞULTUSU : ABD’nin New Mexico eyaletinde bulunan küçük Taos kentini ziyaret eden bazı turistler ve vatandaşlar, yıllardır, çöl havasında gizemli, güçsüz, düşük frekansa sahip bir uğultu ve titreşim duyduklarını anlatıyorlar. Bu iddiada bulunanlar, Taos vatandaşlarının sadece yüzde ikisini oluşturuyor. Bazıları bunun çöldeki garip birtakım akustik sorunlarından kaynaklandığını düşünürken, bazıları da bir çeşit kitle histerisi ya da uğursuz bir sır olduğuna inanıyor. Duyulduğu iddia edilen sese ister vızıltı, ister uğultu, ister titreşim deyin; ister psikolojik, ister doğal, ister doğaüstü olduğuna inanın... Hakkında bilinen bir tek gerçek var: O da şimdiye kadar hiç kimsenin bu garip sesin kökenini ortaya çıkaramadığı.

5 - DUYU ÖTESİ ALGI : Hem Doğu, hem de Batı toplumlarında, bazı insanların bir çeşit psişik güçleri olduğuna inanılıyor. Bugüne dek psişik güçleri olduğunu iddia eden kişiler, araştırmacılar tarafından pek çok teste tabi tutuldu. Ancak elde edilen sonuçlar her seferinde ya olumsuz ya da muğlak ve şüpheliydi. Altıncı hissin gücüne inanan pek çok kişi, psişik güçlerin test edilemeyeceğini, çünkü bir nedenle kendilerine şüpheyle yaklaşanların ya da bilim adamlarının yanında azaldığını vurguluyor.

6 - ÖNSEZİ : Psikologlar bu durumu açıklarken insanların bilinçaltlarında, farkında olmadan çevremizdeki dünya hakkında bilgi topladığını vurguluyorlar. Bu şekilde biz aslında sadece ‘görünüşte bilmediğimiz’ bazı şeyleri biliyor ya da hissediyoruz. Ancak söz konusu bilgiler bilinçaltımızın derinliklerinde yaşadığı için, bunun nasıl olduğunu bir türlü anlayamıyoruz. Bu açıklama kimileri için tatmin edici olsa da pek çok araştırmacıya göre önsezi, kanıtlanması ve üstünde çalışılması zor bir konu.

7 - ÖLÜMDEN SONRA HAYAT : Hayatlarında bir kez ölüme yakın deneyim geçirmiş kişilerin bazıları, karanlık bir tünelde yol alıp, sonunda beyaz bir ışık huzmesine kavuştuklarına dair hikâyeler anlatır. Bunlar arasında sevdiklerinize kavuşmak, garip bir huzur hissetmek gibi daha renkli öyküler de mevcuttur. Bu deneyimler son derece etkileyici olmakla beraber, maalesef kimse ‘öbür taraf’tan elinde bir kanıtla ya da doğrulanabilir bir bilgiyle geri dönmeyi başaramadı. ‘Öbür dünya’ meselelerine kuşkuyla yaklaşanlar, söz konusu deneyimlerin travma geçirmiş bir beynin gördüğü halüsinasyonlar olduğunu vurguluyorlar. Tabii bu nedenle de son derece doğal ve açıklanabilir olduklarını... Ölüp de geri dönen olmadığına göre, bu konu gizemini koruyacak.

8 - UFO’LAR... : UFO deyince genelde insanların aklına uçan daireler, kısacası uzay gemileri gelse de UFO’nun açılımı ‘Tanımlanamayan Uçan Nesne’... Ve bu nedenle evet UFO diye bir şey var. Çünkü dünyanın her tarafında, gökyüzünde ne olduğunu tanımlayamadıkları birtakım objeleri gördüğünü söyleyen insanlar var. Ancak bu obje ve ışıklar, aslında uçak mıdır, meteor mudur yoksa gerçekten Marslıların son model uzay gemisi midirş Bu bir türlü açıklığa kavuşamıyor.

9 - ASLA BULUNAMAYAN KAYIPLAR : İnsanlar bazen kaybolur. Bazıları yaşadıkları hayattan kaçar, bazıları büyük çaplı ve cesetlerin tanınamadığı kazalarda yitip gider, bazıları cinayet kurbanı olur. Kayıplar ölü ya da diri bulunur. Ancak bazı insanlar vardır ki adeta buharlaşırlar. 1872’de Portekiz yakınlarında bulunan ‘hayalet gemi’ Marie Celeste’in mürettebatı, Amerikan işçi lideri Jimmy Hoffa bu şekilde kayıplara karışanlardan sadece bazıları.

10 - BÜYÜK AYAK : Bu gizem de Amerika’dan... Yeni Kıta’da yıllar boyunca, insana benzeyen, bol tüylü, son derece iri, ‘Büyük Ayak’ adlı bir yaratığı gördüğünü iddia eden sayısız insan ortaya çıktı. Tüm kıta çevresinde kaydedilen iddialar eğer doğruysa, aslında binlerce Büyük Ayak’ın yaşıyor olması gerekirdi. Ancak bugüne kadar bu korkunç yaratığa ait tek bir ceset bile bulunamadı. Ortada belirsiz fotoğraflar, video kayıtları ve tanıkların açıklamalarından başka bir şey yoktu. Görünen o ki, Büyük Ayak da, İskoçya’nın varlığı bir türlü kanıtlanamayan ünlü Loch Ness canavarı gibi gizemler dünyasındaki yerini koruyacak.

Deneyin ilginç Bir Araştırma!

bir ignliiz üvnsertesinde ypılan
arşaitramya gröe, kleimleirn hrfalreiin hnagi srıdaa
yzalidkilraci ömneli dğilmş
öenlmi oaln brinci ve snonucnu hrfain yrenide omlsaimyiş
aradakai hfrailen srisai kriaişik osla da ouknyuorumş.
çnükü kleimlrei hraf hraf dğeil bri btün oalark oykuorumşz

Zeka Türleri ,'!

Dilsel Zeka

* Hikayeler anlatır, espriler yapar.

* Belleği iyidir.

* Kelime oyunlarını sever.

* Okuma ve yazmayı sever.

* Sözcük dağarcığı zengindir.

* Sözel iletişimi iyidir.



Matematiksel Zeka

* Akıldan hesap yapabilir.

* Matematik etkinliklerinden hoşlanır.

* Fen ve matematik alanlarındaki bilgileri kolayca öğrenebilirler.

* Eleştirel sorgulamalar yaparlar.

* Üst düzey öğrenme becerileri vardır.



Görsel Zeka

* Zihinsel resimlemede becerilidir.

* Harita, çizelge ve şemaları rahatlıkla okur.

* Okurken kelimelerden çok resimlerle ilgilenir.

* Sanat etkinliklerinden zevk alır.



Bedensel Zeka

* Bir veya birden fazla spor alanında başarılıdır.

* Uzun süre oturunca sıkılır, elini ayağını sallar.

* Bir şeyler parçalayıp tekrar birleştirmeyi sever.



Müziksel Zeka

* Melodileri hatırlar.

* Ritmik şekilde konuşur veya hareket eder.

* Çalışırken ritmik tempo tutar.

* Çevreden gelen seslere duyarlıdır.

* Müziğe olumlu tepki verir.



Sosyal Zeka

* Çevresi ile konuşmaktan zevk alır.

* Doğal bir lider olarak davranır.

* Sorunları olan arkadaşlarına önerilerde bulunur.

* Çok sayıda yakın arkadaşı vardır.

* Çevresindekilere ilgi gösterir.

* Kullanılır yaşam deneyimi yüksektir.

* Karşısındakinin düşüncesini kolayca anlayabilir.



Doğa Zekası

* Canlı varlıklarla ilgilenir.

* Biyoloji dersinde ve deneylerde başarılıdır.

Unutkanlık ve Hafıza Kaybı ,'!

Zihin kirliliği unutkanlığa ve hafıza kaybına sebep oluyor

Hâfızayı zayıf düşüren ve unutmaya sebebiyet veren pek çok illet sıralanabilir. Beyin ve hâfıza üzerinde çalışan uzmanlar, genellikle beynin ihtiyaç duyduğu oksijen, glikoz ve bazı enzimlerin yeterli miktarda sağlanamamasını, stres ve gerginlik gibi sebeplerle beynin enerjisinin hemen tükenmesinden dolayı çalışma akışının düzensizleşmesini, sadece bazı meseleler üzerine yoğunlaşmadan ötürü beynin bir bölümünün âtıl bırakılmasını ve sistemsiz düşünme alışkanlığını hemen akla gelebilecek sebepler olarak saymaktadırlar. Bazen de insanın fizyolojik yapısının ve fizikî durumunun hâfıza zayıflığına yol açabileceğini ve ileri yaşlarda vücut mekanizmasının bazı şubeleri yorgun düştüğü gibi beynin de onlara bağlı olarak bir kısım fonksiyonlarını eda edemez hale gelebileceğini belirtmektedirler.
Dünden bugüne bazı İslam alimleri, haddinden fazla uykunun beyni hantallaştırdığını, sürekli dolu olan midenin zihne menfi tesir ettiğini, sabah kerahatinde uyumanın ve harama bakmanın da unutkanlığa sebep olduğunu ifade etmişlerdir. Ayrıca, zihin kirliliğinin hâfızayı zayıflattığına inandıkları için mâlâyânî işlerden, faydasız muhaverelerden, çer-çöp sayılabilecek bilgi kırıntılarından ve kontrolsüz hayal kurmaktan uzak kalınması gerektiğini vurgulamışlardır. Hatta, sistemsiz düşünme alışkanlığına yol açabileceği ve zihni işe yaramayan bilgilerle dolduracağı endişesiyle mezar taşlarını okumayı bile mahzurlu görmüşlerdir; mezar taşlarını okumayı âdet edinmenin bugünkü reklam panolarının, araba plakalarının, televizyon ekranlarının ve gazete sayfalarının yaptığı tahribat çeşidinden zararlar verebileceğini düşünmüşlerdir

İstiklal Marşının şifreleri deşifre oldu ,'!

İSTİKLAL MARŞI

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal…
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklal!

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
"Medeniyet!" dediğin tek dişi kalmış canavar?

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın.
Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın…
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

Bastığın yerleri "toprak!" diyerek geçme, tanı:
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.

Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.
Bu ezanlar- ki şahadetleri dinin temeli-
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.

O zaman vecd ile bin secde eder- varsa- taşım,
Her cerihamdan, ilahi, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na’şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım.

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklal!

İSTİKLAL MARŞINDA KULLANILAN KELİMELER VE ANLAMLARI
(Alfabetik sıralamaya göre)

AFAK:1.Ufuklar, dört bir taraf.2.Gök kenarları, gökle yerin birleşir gibi göründüğü yerler. Mecazi: Görüş ve dönüş sınırları.
AKIN:1.Düşman ülkesine daha çok kaynakları vurmak, halka psikolojik tesirde bulunmak, düşman silahlı birlikleri şaşırtmak gibi maksatlarla yapılan ani ve geçici hücum.2.Motorlu birlikler ya da bindirilmiş piyadelerin düşman arazisine veya düşman ordusu gerilerine yaptığı taarruzi hareket.3.Akarcasına hızlı hareket 4.Arkası kesilmemecesine kalabalık: Turist akını.5.Saldırı.
AL: Kırmızı.
ARŞ:1.Taht, çatı, çadır.2.Yüksekliği sebebiyle bütün cisimleri içine alan ve Allah’ın istiva ettiği şey.3.Allah’ın kudret ve azametinin göründüğü dokuzuncu kat, gök, göğün en yüksek katı.4.İslam dini inanışına göre göğün en yüksek katı.
ATA:1.Baba.2.Dedelerden ve büyük babalardan her biri.3.(kurtarıcı, lider, önder: M.Kemal Atatürk.)
BENT: 1.Bağlam 2.Gazete yazısı.3.Bağ, rabıt.4.Kanun maddesi; kitaplarda kendi içinde bütünlük oluşturan bölüm.5.Suyu biriktirmek için önüne yapılan set, büğet.
CANAN:1.Gönülden sevilen, gönül verilmiş olan kadın, sevgili.2.(tasavvufta) Tanrı.
CELAL:1.Ululuk, büyüklük, azamet.2.Allah’ın (kahhar, cebbar, mütekebbir) gibi sertlik ve büyüklük ifade eden sıfatları 3.Hışım, kızgınlık.4.Erkek adı.
CERİHAM:(Cerih: yaralanmış, yaralı. Ceriha: Yara.)
CÜDA: Ayrı kalmış, ayrılmış, uzak düşmüş.
ÇEHRE: Yüz, sima.
EBED:1.Sonsuz zaman.2.Çok uzun bir süre. (kıyamete kadar.)
EMEL: Gerçekleştirilmesi zamana bağlı istek.
ENGİN:1.Ucu bucağı görünmeyecek kadar geniş, çok geniş, 2.Denizin kıyıdan çok uzakta bulunan geniş bölümü, açık deniz.
EZEL: 1.Başlangıcı olmayan geçmiş zaman,öncesizlik2.Ruhların yaratıldıkları zaman.
GARP:1.Güneşin battığı taraf, günbatısı.2.Memleketimizin yönüne göre Avrupa.
HAK: Tanrının adlarından biri (Tanrı’nın 99 isminden biri.)
HAYÂ:1.Utanma, sıkılma 2.Ar, namus, edep.3.Allah korkusu ile günahtan kaçınma.4.Erbezi.
HİLAL:1.Ara aralık. 2.Yeni ay, birkaç günlük ay, ayça, Gencay.3.İslamiyet’in sembolü olmuştur.4.Tırnağın dibindeki beyaz kısım. 5.Eskiden yeni okumaya başlayan çocukların harfleri göstermek için kullandıkları küçük ve sivri uçlu değnek.6.Kürdan.7.Kaş.8.Bir lüle suyun almış dörtte biri.8.Sevgili.
HÜDA:1.Allah 2.Sahip, efendi.
IRK:1.Soy, ced 2.İnsan ırk çeşitleri (Siyah, beyaz, sarı ırklar.) 3.Millet, halk, ulus.
İSTİKLAL:1.Kimseye bağlı olmama, kendi başına olma, müstakil olma, bağımsızlık.2.Az bulma.
İZMİHLAL: Yıkılma, mahvolma, çökme, yok olma, alçalma.
MABET:1.Toplu olarak ibadet edilmek için yapılmış yer, ibadethane, tapınak.2.Putperestlerin bir ilah adına yaptıkları tapınak.
MEDENİYET:1. Uygarlık.2.Gelişmişlik seviyesi.
MİLLET:1.Çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan; aralarında dil, tarih, ülkü, gelenek ve görenek birliği olan insan topluluğu, ulus.2.Benzer özellikleri olan herhangi bir topluluk.3.Bir yerde bulunan kimselerin bütünü herkes.
MÜCERRED:1.Cisim halinde bulunmayan.2.Yalnız, tek, tecrit edilmiş3.Saf, halis.4.Çıplak, yalın.5.Evlenmemiş, Bekâr.6.Yalın hal.7.Yalnız, ancak.
NAAŞ:1.İçinde ceset bulunan tabut.2.Gömülmeye hazır cenaze, ceset.3.Ceset.
NAMAHREM: 1.Şeri bakımdan mahrem olmayan, evlenmeleri şeran mümkün olan, bir kadının yakını bulunmayan erkek. 2.Yabancı.
NAZLI:1. Kolayca gönlü olmayan, kendini ağır satan, işveli, edalı. 2. Üstüne titrenilen, değer verilen, sevgili.3. Özen isteyen, nazik.
OCAK:1.Ateş yakmaya yarayan, pişirme, ısıtma, ısınma gibi amaçlarla kullanılan yer.2.Odalarda, genellikle duvar kenarlarında tuğla veya taştan yapılmış, bacası olan yer, şömine.3.Isı vererek üzerine veya içine konulan maddeleri ısıtan, pişiren, kaynatan, eriten araç veya alet.4.Kahvelerde, kuruluşlarda çay, kahve vb. yapıldığı yer.5.Yer üstünde veya yeraltında cevher çıkarılan yer.6.Bahçelerde ve bostanlarda her tür meyve ve sebze ekimine ayrılmış, çevresinden biraz yükseltilmiş toprak.7.Bir şeyin en çok yapıldığı veya bulunduğu yer.8.Aynı amaç veya düşünceyi paylaşanların kurdukları kuruluş veya toplandıkları, görev yaptıkları yer.9.(bazı deyimlerde) Ev, aile soy.
SANCAK: 1.Alay bayrağı2.Bayrak,liva3.Çoğunlukla askeri birliklere verilen yazı işlemeli, kenarları saçaklı ve gönderli bayrak.4.Osmanlı yönetim teşkilatında illerle ilçeler arasında yer alan yönetim bölümü, mutasarrıflık.5.Gemilerin sağ yanı.
SECDE: Namaz kılarken alnı, el ayaklarını, dizleri ve ayak parmaklarını yere getirerek alınan durum.
SERHAD: Hudut, sınır, sınırbaş; iki devlet arasındaki sınır boyu.(Serhatli: Osmanlı devletinde sınır boylarında vazifeli bir sınıf asker.
ŞAFAK:1.Gurubdan sonraki alacakaranlık 2.Güneş doğmadan önceki alacalık.(Gurub: Bir gök cisminin batıda görünmez olması, batması.) 3.Güneşin batışından sonra ufukta beliren kızıllık.4.Güneşin doğuşundan önceki alacakaranlık, fecir.
ŞAHADET:1.Şahitlik etme, şahitlik, tanıklık.2.Açık belirti.3.Şehit olma, şehitlik.4.İslam’ın şartlarından olan kelime-i şahadet.
ŞAN:1.Ün, şöhret.2.Hal, durum.3.Debdebe, gösteriş, haşmet.4.Yüksek makam, rütbe.
ŞÜHEDA: Şehitler.
TAPMAK:1.Tanrı diye tanımak, kulluk etmek.2.Mecazi: Tutku ile sevmek, bağlanmak.
ULUMAK: 1.(köpek, çakal, kurt vb.) Uzun iniltili, ağlar gibi bir ses çıkarmak.2.(insan) İniltili ses çıkararak boğuk boğuk ağlamak.
VAAT:1.Söz verme, üstüne alma 2.Yapılmasına söz verilen şey.
VATAN: Yurt
VECD:1.Şiddetli dini duygu ve heyecan hali; coşma, kendinden geçme, istiğrak.2.İlahi aşkın doğurduğu heyecan Hali.3.Kendini kaybedecek şekilde hislenme.
YURT:1.Bir halkın üzerinde yaşadığı, kültürünü oluşturduğu toprak parçası; vatan.2.İnsanın doğup büyüdüğü, yaşadığı yer, memleket.3.Mecazi: Bazı nitelik veya değerleri taşıyanların çok bulunduğu yer, diyar.4.Bir gurup insanın oturduğu, yetiştirildiği veya bakıldığı yer.5.Bir şeyin ilk veya çok yetiştirildiği yer, vatan.6.Kalacak, barınacak yer.7.Toplu olarak iş öğretilen yer.8.Hastaların tedavi edildiği yer.9.Sahip olunan arazi, emlak.10.Yörüklerin yazın veya kışın oturdukları yer.11.Göçebe Türklerin oturduğu çadır.

İSTİKLAL MARŞINDA KULLANILAN NOKTALAMA İŞARETLERİ

1)NOKTA (.):
a)Tamamlanmış cümle sonlarında kullanılır:
*Gözlerin gözlerime değince felaketim olurdu ,ağlardım.
*Beni sevmiyordun,bilirdim.
b)Kısaltmalardan sonra kullanılır:
* vb. *Prof. *Dr. *Cad. *Alm. *Ar. İng.
c)Sıra gösteren rakamlardan sonra “-inci” eki yerine kullanılır.
*Senin çocuk 1. sınıfta mı okuyor.
*Dün 25. yaşıma bastım.
d)Tarihlerin yazılışında gün,ay ve yılı gösteren sayıları birbirinden ayırmak için konur:
*21.03.1978 *29.X.1925
e)Saat ve dakika gösteren sayıları birbirinden ayırmak için konur:
*Yarın 08.45’te gideceğim.

2)VİRGÜL (,):
a)Yazıda sıralanan eş görevli sözcükler ya da söz gruplarını ayırmada kullanılır:
*O kitabı aradım , buldum.
*Fırat,Dicle önemli nehirlerimizdendir.
*Çalıkuşu’nu ,Huzur’u ,İntibah’ı okudun mu?
*Kitabı açtı ,birkaç sayfa çevirdi , yüksek sesle okumaya başladı.
*Yakında yine bahar gelecek, ağaçlar çiçek açacak ,kediler damlara çıkacak.
b)Anlama güç katmak için tekrarlanan sözler arasına konur:
*Oğlunu , kadersiz oğlunu bir daha göğsüne bastı.
*Akşam,yine akşam ,yine akşam
c)Hitaplardan sonra kullanılır:
*Sevgili Kızım, *Değerli Öğretmenim, * Saygıdeğer Müdürüm,
d)Yüklemden uzak kalmış özneden sonra konur:
*Ahmet Haşim, şiirde anlamın kapalı olmasına ve musikiye önem vermiş bir şairimizdir.
*İşte bu adam, Türkiye’yi pislikten kurtaracak tek adamdır.
*Tatlılar,kalorisi fazla ;fakat vitamini az besinlerdir.
e)Cümlede vurgulanmak istenen ögelerden sonra konur.
*Yarın,buraya geleceksin ve bu işi çabucak bitireceksin.
f)Anlam karışıklığına meydan vermemek için adlaşmış sıfatlardan sonra kullanılır:
*Genç, adama ters ters baktı.
*Hırsız, çocuğu kovaladı.
*Yaralı, kadının yüzüne bakıyordu.
*İhtiyar, adamın suratına tükürdü.
g)Bazı cümlelerde anlam karışıklığını önlemek için kullanılır:
*Oku; adam ol baban gibi ,eşek olma.
*Siz de kazançlı çıkmak istiyorsanız benim gibi, hanımları alışverişe gönderin.
ğ)Bir addan önce gelen zamirlerden sonra kullanılır:
*O, şiiri niçin ezberlememiş?
*O ,güzel günlerine yeniden dönebilse.
*Bu, kadını bir daha görmemiş.
*Şu ,bahçeye dikilecekmiş.
h)Arasözlerin başında ve sonunda kullanılır.
*Bu büyük komutanı, Atatürk’ü ,saygıyla anıyoruz.
*Bu yöre, Sibirya ve çevresi,alabildiğine soğuktur.
*Örnek olsun diye, örnek istemez ya, söylüyorum.
*Bir kuş, bir çiçek, bir böcek ,ne bileyim ben, her şey onun ilgisini çekiyordu.
*Ben de Ankara’da, o güzelim başkentte, beş yıl kaldım.
I)Yazıda tırnak içine alınmamış aktarma cümlelerin sonunda tırnak işareti yerine kullanılır:
*Minareyi çalan kılıfını hazırlar, diyordu.
*Artık sevmeyeceğim,dedi.
i)Cümle başında kullanılan “evet,hayır,yok,yoo,peki,tamam,hayhay,olur,
haydi,elbette…” gibi sözcüklerden sonra kullanılır:
*Hayır, bu işi sevmedim. *Evet, yarın sınavsınız. *Yoo,işte bunu yapamam, dedi.

3.NOKTALI VİRGÜL( ; ):
a)Birbirine bağlı olmakla birlikte her biri kendi içinde bağımsız cümlelerin arasında kullanılır.Bu tip cümleler birbirini açıklayan,güçlendiren ,biri diğerine örnek olan cümlelerdir.Bu kullanım özellikle atasözlerinde görülür.
*Yer üst üste iki kez sarsıldı; halk korkuyla sokaklara fırladı.
*Kısa bir konuşma yaptı; dinleyiciler onu uzun uzun alkışladı.
*Horoz ölür; gözü çöplükte kalır.
*Yalancının evi yanmış;kimse inanmamış
b)Virgülle ayrılmış sözleri ya da söz gruplarını farklı sözlerden ya da söz gruplarından ayırmak için konur.
*Sayısal derslerden matematiği,fiziği; sözel derslerden Türkçeyi, coğrafyayı çok seviyorum.
*Ahmet Haşim,Cenap Şehabettin sembolist; Tevfik Fikret ,Yahya Kemal parnasyen şairlerdendir.
*Erkek çocuklara Ali,Murat,Serhat; kız çocuklarına ise Yeşim,Senem,Serpil adları verilir.
c)Ögeleri arasına virgül konmuş sıralı cümleleri ayırmada kullanılır:
*Sevinçten, heyecandan içim içime sığmıyor; bağırmak,kahkahalar atmak,ağlamak istiyorum.
*At ölür, meydan kalır;yiğit ölür , şan kalır.
*Kel ölür , sırma saçlı olur ; kör ölür , badem gözlü olur.
d)Önceki cümleye “fakat,oysa ,lakin,ancak,çünkü…” gibi bağlaçlarla bağlanan cümlelerde bağlaçlardan önce kullanılır:
*Bu romanı inceledim ;fakat pek beğendiğimi söyleyemem.
*Köye sen git;ancak orada çok fazla kalma.
*Kazanacağım ;çünkü çok çalışıyorum.
NOT: Noktalı virgül, yukarıda sayılan bağlaçlardan önce kullanıldığı gibi bunların yerine de kullanılabilir.
*Bugün erken yatmalıyım;yarın sınav var.
*İşinle ne kadar küçük olursa olsun ilgilen; hayattaki tek dayanağın odur.
*Sıkı giyinin ;dışarısı çok soğuk.
e)Öğeler arasında anlam karışıklığını önlemek için kullanılır:
*Murat;Hasan ,Ali ve Osman’dan daha çalışkanmış.
*Elma;armut,muz ve üzümden yararlıdır.
f)Özneden sonra virgüllerle ayrılan eş görevli sözcükler varsa ,özne noktalı virgülle ayrılır.
*1.yeni grubunun en ünlü temsilcilerinden olan Orhan Veli ; dili çok iyi kullanan ,okuyucuyu değişik bir romantizme sürükleyen , güçlü bir şairdir.
Not: Noktalı virgülden ve virgülden sonra gelen sözcükler – özel isim değil iseler- küçük harfle başlar.Diğer noktalama işaretlerinden sonra gelen sözcükler büyük harfle başlar.

4.İKİ NOKTA( : ) :
a)Bir cümle veya sözcükten sonra yapılacak açıklamalardan önce kullanılır.
*Şimdi herkes ona şöyle sesleniyordu:Atmaca Kamil.
*Bence bu cinayetin iki nedeni olabilir:Birincisi namus meselesi,ikincisi çıkar kavgasıdır.
*Demokrasinin tek dayanağı vardır: O da özgürlüktür.
b)Alıntı cümlelerden önce kullanılır.
*Bu sanatçının romanla ilgili şu sözünü anmadan geçemeyeceğim:“Roman yol boyunca gezdirilen bir aynadır.”
*Hacı Bektaş-ı Veli:“Eline,beline,diline sahip ol.” demiş.
b)Öykü ve romanlarda konuşma çizgisinden önce kullanılır:
*Süleyman Çavuş:
---- Bırak açma o bahsi ,dedi .
Kooperatif katibi kaşlarını çattı:
---- Yoo, böyle deme Süleyman Çavuş.
Not:İki noktadan sonra yapılacak açıklama bir cümle niteliğinde değilse küçük harfle başlar.
*En çok sevdiğim meyvelerden bazıları şunlardır:muz,elma,portakal…

5.KESME İŞARETİ( ’):
a)Özel adlardan sonra gelen çekim eklerini ayırmada kullanılır:
*Yakup Kadri’nin Yaban’ı Kurtuluş Savaşı dönemini anlatır.
b)Kısaltmalardan sonra gelen ekler kesme işaretiyle ayrılır
*KKTC’yi her alanda destekliyoruz.
*Yarın ABD’ye gidecek.
NOT:Küçük harflerle yapılan kısaltmalara getirilen eklerde kelimenin okunuşu;büyük harflerle yapılan kısaltmalara getirilen eklerde kısaltmanın son harfinin okunuşu esas alınır.
*kg’dan *PTT’ye
NOT:Sonunda nokta bulunan kısaltmalar, kesme işaretiyle ayrılmaz.
* vb.leri *mad.si *Alm.dan *İng.yi
c)Her türlü rakamdan sonra gelen ekler kesme işaretiyle ayrılır.
*36’nın ortak bölenleri nelerdir?
*Sen 9’uncu sınıfta mı okuyorsun?
UYARI: Özel isimler yapım eki aldıklarında kesme işaretiyle ayrılmaz.Yapım ekinden sonra gelen çekim ekleri de ayrılmaz.
*Ankaralıdan *Konyalım *Amerikalılar *İslamcı *Aligil
NOT:-ler eki –gil yapım ekinin yerini tutarsa kesme işaretiyle ayrılmaz.
*Dün Alilere gittim. *Sınıftaki Ali’ler ayağa kalksın.
NOT:Özel adlar yerine kullanılan ‘o’ zamiri cümle içinde büyük harfle yazılmaz ve kendisinden sonra gelen ekler kesme işaretiyle ayrılmaz.
*Ben onun ne kadar kibirli biri olduğunu bilmez miyim?
d)Bazı sözcüklerde anlam karışıklığını önlemek için kullanılır:
*Osmanlılarda kadı’nın önemli bir yeri vardır.
*Pencereden kar’ı seyrediyorum.
e)Seslerin konuşma sırasında ya da şiirde vezin gereği düştüğünü göstermek için kullanılır:
*N’apalım *N’eylersin *N’etsin *Vardı m’ola sevdiğim yurduna

6.SORU İŞARETİ(?):
a)Soru bildiren cümle veya sözcüklerin sonunda kullanılır, cümle sözde soru cümlesi de olsa yani karşıdan bir cevap beklenmese de cümlenin sonuna soru işareti konur.
*Türk edebiyatının ilk yazılı belgesi nedir? (cevap bekliyor:gerçek soru cümlesi)
*Bu havada dışarı mı çıkılır? (cevap beklemiyor:sözde soru cümlesi)
*Böyle bir adama nasıl güvenirsin? (cevap beklemiyor:sözde soru cümlesi)
*Seni hiç sevmez olur muyum? (cevap beklemiyor:sözde soru cümlesi)
*Bu kitapları ona mı vereceğim? (cevap bekliyor:gerçek soru cümlesi)
b)Kuşku duyulan bilgilerin yanına ya da bilinmeyen bilgiler yerine parantez içinde konulur.
*Kayıkçı Kul Mustafa (?-1658?) halk edebiyatımızın destan şairlerinden biridir.
*Karacaoğlan’ın Güneydoğu Anadolu’da (?) yaşadığını söylüyor.
UYARI: İçinde soru sözcüğü olsa bile , bir cümle soru anlamı taşımıyorsa sonuna soru işareti konulmaz.
*Neden gittiğini bilmiyoruz. *Bana nasıl çalışacağımı söylemedin.

7.ÜNLEM(!):
a)Şaşma , korku, kızma ,heyecan,sevinme… gibi duyguları dile getiren cümlelerin sonunda kullanılır:
*Dur,bir yanlışlık yapmayalım!
*Git başımdan seni görmek istemiyorum!
*Eh, hayırlısı neyse o olsun!
*Lanet olsun böylesi işe!
*Böyle maç olmaz olsun!
*Yaşasın ,sınavı kazanmışım!
b)Küçümseme , yerme,alay etme amacıyla parantez içinde kullanılır:
*Akla durgunluk verecek reklam kampanyalarıyla büyük(!) sanatçılar yaratılıyor.
*Bu kasabada onun ne kadar akıllı(!) olduğunu bilmeyen mi var?

8.ÜÇ NOKTA(…):
a)Herhangi bir nedenle bitmemiş ya da okuyucunun anlayışına bırakmak için bitirilmemiş cümlelerin sonuna konur.
*Şu bahar yağmurları bir gelse…
*Birdenbire karşımıza çıkıveren yeşillik denizi…
*Karşı sahilde mor,fark olunmaz sisler altındaki dağlar,korular, beyaz yalılar…Bunları seyretmek bana huzur veriyor.
b)Birtakım örnekler sayıldıktan sonra “vb” anlamında kullanılır:
*Binanın tepesinden neler görünmüyordu ki:caddeler,sokaklar,evler,insanlar…
*Bu köyün insanları konukseverdir,alçakgönüllüdür,iyidir…
c)Söz arasında söylenmek istenmeyen sözler yerine kullanılır:
*Şu … adamı gözüm görmese iyi olacak.
*Kılavuzu karga olanın burnu b…tan çıkmaz.

9.TIRNAK İŞARETİ( “… ”):
a)Aktarma söz ya da cümleler tırnak içinde gösterilebilir.
*Sanatçının şu sözünü unutmamak gerekir:“Gerçek uygarlık insanın yüreğinde değilse hiçbir yerde yoktur.”
b)Önemi belirtilmek istenen sözcükler , terimler tırnak içinde gösterilir.
* “Bayrak” bir ulusun bağımsızlığını simgeler.
*Günümüzün en önemli sorunlarından biri de “çevre kirliliği”dir.
c)Yazıda geçen eser adları tırnak içine alınabilir:
* “Çalıkuşu” Anadolu gerçeğinin tüm çıplaklığıyla anlatıldığı bir romandır.
NOT:Tırnak içindeki söze ek gelirse tırnaktan sonra gelir, kesme işareti kullanılmaz.
*R.N.Güntekin’in “Acımak”ını okumanızı tavsiye ediyorum.
NOT:Tırnak içindeki cümlenin içinde bir tırnak daha kullanmak gerekirse ikinci tırnak tekli olur.
* “Ahmet Mithat Efendi halkı eğitmek istediğinden:‘Sanat toplum içindir.’der.”

11.KISA ÇİZGİ(-):
a)Bir olayın başlangıç ve bitiş tarihleri arasına konur.
*Bu savaş 1859-1870 yılları arasında olmuştur.
b)Birbiriyle ilgili ülke,şehir ya da kavramlar arasına konur.
*Adana-Ceyhan arası kaç kilometre?
*Türkiye-İran ilişkileri gelişiyor.

c)Cümle içindeki arasözlerin ve aracümlelerin başında ve sonunda virgül,parantez kullanılabileceği gibi kısa çizgi de kullanılabilir.
*Şiir ve romanla ilgili düşüncelerimi –sen de bilirsin ki- ona uzun uzun anlatmıştım.
d)Cümle sonunda satıra sığmayan sözcüklerin bölünmesinde kullanılır.
…………………………………………söyledik-
lerimi unutma.
e)Dilbilgisinde eklerden önce ve mastar halindeki fiillerden sonra kullanılır.
* “Kulaklık” sözcüğündeki –lık yapım eki bir alet ismi yapmıştır.
*Işık sözcüğü, ışı- fiilinden türemiştir.
f)Osmanlıca tamlamalarda kullanılır.
*Aslında Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati dönemi ,edebiyatımızda yeni bir soluktur.


ÖNSÖZ

Elbette tahlil boyunca kesinlik değil yorumlarda, tahminlerde bulunacağım.Zaten ismi üzerinde tahlil yapmaya çalışacağım. En doğrusunu şairimiz bilirdi ama M.Akif Ersoy şiirin tevilini,açıklamasını yapmamıştır. Bu şiir şairin bir kerameti, gaybden, gelecekten kerametle söz edişi olabilir. Şiir müteşabbihtir, asıl anlamı gizlenmiştir. Şiirde sözü edilen şahsın kimliğini tahlilin sonunda ayrıntılı bir şekilde belirteceğim. Sizden ricam tüm yazıyı okumadan tahlil hakkında baştan kötü bir ön yargıya kapılmayın. Şiirde anlatılan olaylar dizisi tahminimce 2004 yılına ilişkindir. İslam kaynaklarına göre genel kabul o kişinin doğum tarihi hicri 1400 yani miladi 1980 ise ve şiir o kişi etrafında şekillenen olayları anlatıyorsa, şiirde anlatılan olaylar bana göre o kişinin doğumundan sonraki bir tarihe denk düşmelidir. 2004 Kasım sonları ve aralık ayı başları gazete arşivleri ve televizyon haber arşivleri incelenirse o aylarda sıra dışı olayların yaşandığını görürsünüz . 2004 yılına ilişkin bir hadis-i şerif şöyledir :

‘1425’de (yani hicri 1425,miladi 2004) sesi her yerde duyulacaktır.’

Bu hadis-i şerif de şiirde anlatacağımız manevi şahsiyetin sesinin bu tarihte her yerde duyulacağı, o şahsın her yerde görüleceği belirtilmektedir.Konuyla ilgili Bediüzaman said nursi’nin ebcet hesabıyla verdiği tarih şöyledir :

‘Bediüzaman said nursi’nin risaleyi nur külliyatında, Hz. Mehdi’nin mücadele ve hakimiyet devreleri ile ilgili olarak verdiği tarihlerden bir diğeri ise 2004 yılına ilişkindir. Bediüzaman Kuran’nın ‘Ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kafirler istemesede Allah kendi nurunu tamamlamakta başkasını istemiyor.’ (Tevbe Suresi,32) ayetindeki ‘…Allah, kendi nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor.’ Cümlesi hakkında, geleceğe yönelik şöyle bir bilgi vermektedir.

‘ Şimdi hatıra geldi ki, eğer şeddeli ‘lamlar’ ve ‘mimler’ ikişer sayılsa bundan bir asır sonra zülümatı dağıtacak zatlar ise, Hazret-i Mehdi’nin şakirtleri (talebeleri) olabilir.’ (Şualar, sf.605)
Bediüzaman bu ayetin ebcet değerinin hicri 1425 yani miladi ‘2004 yılına ‘ denk geldiğini ve bu tarihin, Hz. Mehdi önderliğinde Kuran ahlakının dünya hakimiyeti devrelerinden birine işaret edildiğini bildirmektedir.’

www.harunyahya.org

Şiirin tahlilini yapmadan önce, belirttiğim hadis-i şerif ve Bediüzaman’ın ebcet hesabıyla verdiği tarihi böylece dikkate almış oldum, şiirin anlaşılması ve şifresinin kırılması açısından bu bana göre çok önemlidir.

Sekizinci kıtaya kadar olan bölümde şiirde sözü edilen kişi şiirde anlatılan birçok olayı televizyon yayını aracılığıyla yaşamıştır.Sekizinci kıtaya kadar olan bölümde yaşanılan olaylar şiirde sözü edilen kişi hasta vaziyette yatağında yatarken gerçekleşmiştir.

Şiiri anlayabilmek için şiir boyunca kullanılan noktalama işaretlerinden de faydalanmak gerekir.

ŞİİRİN TAHLİLİ

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;

Şair bu mısrada kimliği istiklal marşında açıkça belirtilmeyen bir kişiye sesleniyor.Bu mısrada sözü edilen kişi aniden Türkiye’nin bağımsızlığının tehlikeye girebileceğinden endişeleneceği,bazı nedenlerden ötürü bundan korkacağı,ürkeceği anlaşılıyor.Mısradaki anlamıyla sancak yani bayrak bağımsızlığın semboludur. Oysaki marşın yazıldığı 17 Şubat 1921 günü vatan halen işgal altındadır ve bağımsızlık mücadelesi verilmektedir. Devlet henüz kurulmamış, bağımsızlık kazanılmamıştır. Bayrağımız bağımsızlığımızın sembolüdür oysaki bağımsızlık henüz gerçekleşmemiştir.Bu şafaklarda al sancağın sönmesi bağımsızlığın kaybedilmesi anlamına gelir, oysaki mısrada dalgalanan bir bayraktan söz ediliyor, yani bağımsız bir devlet, millet söz konusudur. Mısradaki korkan tek kişi, şahıs,bağımsızlık kazanılmamışsa kazanılmayan bağımısızlığın kaybedilmesinden neden korksun ki. Bu çelişkili,anlamsız bir durum olur. Anlaşılacağı gibi Bağımsızlık varsa bayrak var olabilir. Bu mısrayı anlamak için şiirin ikinci kıtası ilk mısrasının tahlilini anlamak bize yardımcı olacaktır. Bu mısrada gösterilen davranışın, duygunun bir sebebini de ikinci kıta birinci mısrada bulabiliriz. İlk mısraya göre şiirde sözü edilen şahıs gösterebileceği olumsuz bir davranışın bağımsızlığı tehlikeye düşerebileceğinden, çekinmekte,korkmaktadır.Şair bu nedenle o şahsa 'Korkma' diyerek seslenmektedir.

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.

Bu mısrada bu esrarengiz, gizemli şahsın yaşadığı ev ve ailesinden söz edilmektedir tahminime göre. Bu yurdun üzerinde tüten, var olan bir evden, aileden söz ediliyor. M.Akif Ersoy ‘Yurdunum’ dediğine göre. Bu yurdun üzerinde tutan,var olan bir evden, aileden söz ediliyor. M.Akif Ersoy ‘Yurdumun’ dediğine göre kendi yurdundan vatanından söz ediyor. Yani Türkiye’den söz ediyor. ‘Sönmeden’ denilerek eğer o ev dağılmazsa, bir saldırıya uğramazsa anlamı çıkartılabilir. Mısradan anlaşılıyor ki o kişinin ailesi ve kendisi büyük sarsıntılar geçirecekler. Ailenin ve o kişinin dışlanan, bazı çevrelerce istenmeyen özneler oldukları anlamı çıkarılabilir bu mısraya göre. Bu mısradan o kişinin ve ailesinin Türkiye sınırları içerisinde yaşadıkları, Türkiye’ye mensub oldukları, TC.vatandaşı oldukları anlaşılabilir bu sonuca varılabilir. Yani sözü edilen özneler Türk’türler. ‘en son’ ifadesinden kasıt Türkiye’nin bir ucunda en batı yada en doğu ucu kastedilmiş olabilir ya da ‘En yüce’ anlamı verilmiş olabilir. Şair bu mısrada bu öznelerden yani o kjşi ve ailesinden, evinden söz ediyor bana göre.İlk iki mısraya göre Türkiye’nin bağımsızlığı, şiirde sözü edilen kişi ve ailesinin varlığını ülke sınırları içerisinde devam ettirmesine bağlıdır.

O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;

Bu mısrada ‘Yıldız’ kelimesi geçmektedir. Ama mısradaki yıldız bayrağımızdaki yıldız değildir bana göre. Bu kelime farklı bir anlamda kullanılmış o kişi yıldıza benzetilmiş, yüceltilmiştir. Günlük hayatta mesela pop yıldızı, sinema yıldızı gibi bu kelimeyi farklı anlamlarda kullanabiliriz. Şiiri duyan, okuyan herkes ilk bakışta bayraktan söz edildiğini sanıyor. Bu mısra da, tam da bu nedenle şiirin gerçek anlamı anlaşılamıyor. Çünkü bayrağımızda bilindiği gibi beş uçlu yıldız işareti mevcuttur. Şiir sanki anlamını gizlemeye çalışıyor. Şiiri tahlil etmeye devam edelim. Şair o kişiden bahsediyor. O kişinin Türk milletinin değerli bir evladı, hazinesi olduğu anlatılıyor. ‘Parlayacak’ denilerek henüz o kişinin tanınmadığı, Türk halkının ve dünya halklarının onun varlığından geneli itibariyle habersiz olduğu fakat yürüteceği faaliyetlerle ve kimliğiyle ün kazanacağı belirtiliyor. Demek ki o kişi Türk ve Dünya halkları tarafından çok sevilecek kabul görecek. Bu sayede Türk milleti de dünya halkları nezninde daha çok tanınacak kabul görecek. Kısacası Türk milletinin yıldızı olan ve parlayacak olan maalesef bayraktaki yıldız değil söz edilen kişidir, sözü edilen kişi henüz parlamamıştır parlayacaktır yani ün kazanacaktır. Türk milletinin yıldızı olan ve parlayacak olan bayraktaki yıldız değil şiirde sözü edilen kişidir.

O benimdir, o benim milletimindir ancak.


Bu mısrada şair yine o kişiden söz ediyor. Bir yandan da Türk milletini de yüceltiyor. Şair kıskançlık derecesinde bir sahiplenmeyle o kişiye sahipleniyor ona değer veriyor. O kişiye büyük sevgi duyduğunu anlatmaya çalışıyor. ‘milletimindir’ diyerek türk milletinin o kişiye sahip olmayı hak ettiği buna layık olduğu anlatılıyor. Demek ki o kişi tanıdığı, faaliyetine başladığı zaman Türkiye’de bulunacak faaliyetlerini Türkiye merkezli yürütecek. Diğer bazı milletler o kişinin Türk olduğunu görerek Türk milletine imrenecekler, Türk milleti ve tarihi diğer milletlerce takdir görecek. Bu mısrada yine anlaşılıyor ki o kişi Türk’tür, Türkiye’de belirecek. Türkler ve Anadolu halkı tarih boyunca İslam’ın bayraktarlığını ve koruyuculuğunu yaptıkları için Allah o kişiye sahip olmayı Türklere layık görmüştür. O kişi anlaşılıyor ki başka bir ülkeye gitmeyecek, Türk milleti gitmesine rıza göstermeyecek, o kişin ihtiyaçları, istekleri Türkiye’de karşılanacak, Türk milletinden yardım görecektir. İstiklal Marşına yapılan bir eleştiri de İstiklal Marşında Türk kelimesinin geçmediğidir. Oysaki bu mısradaki ‘Millet’ ifadesi ‘Türk’ kelimesinin anlamını fazlasıyla karşılamaktadır.Öyleyse ‘Millet=Türk’ diyebiliriz.

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!

Bu mısrada şair yine o kişiye sesleniyor.Günlük konuşmalarımızda,’kaş çatmak,surat asmak’ gibi anlatım biçimleri kullanırız.Bu ifadeler kızgınlık,öfke,kırgınlık.alınganlık vb. anlamlara da gelebilir.Anlaşılıyor ki o kişi çok öfkelenecek,çok kızacak ,bir şeylere çok sinirlenecek ve çehresini çatacak.Şair böyle bir anda bile sevgi ve yakarışla o kişiye ‘kurban olayım’ ifadesiyle sesleniyor yani o kişiden öfkelenmemesini arzu ediyor.Burada ‘çehre’ surat,yüz anlamında kullanılmıştır.’nazlı’ dan kasıt ise, o kişinin kırılgan ,narin yapılı bir kişiliğe sahip olduğu anlamı çıkartılabilir. ‘hilal’ eski Türkçede değişik anlamlara gelebiliyor. Buradaki anlamı ise ikincil anlamıyla sevgili anlamında kullanılmış olabilir. Böylece o kişi bir kez daha yücelik vasfı ile nitelendiriliyor. Bu yorumlar sadece bir tahmindir. Şiiri okuyanlar, duyanlar buradaki ‘hilal’ kelimesini bayraktaki hilal olarak anlayabilirler. Bu yüzden mısranın gerçek anlamını anlayamazlar. Eğer biraz şüpheci bir yorumla şiire yaklaşırsak mısranın böyle bir anlamdan başka anlamlara da gelebileceğini anlarız. Bayraktaki hilal cansızdır, sadece bir semboldür. Eğer şair şiiri tek bir kişi etrafında şekillendiriyorsa benim yorumum daha mantıklı hale gelir. Aksi halde şiirin şifresini çözemeyiz bana göre. Şiirin, mısraların bir mesajı, anlamı olmalıdır. Oysaki incelediğim diğer tahlillerde, böyle şiire oturan bir çözümlemeye rastlayamadım.

Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celal?

Bu mısrada ilk önce cümlenin ilk yarısını çözümlemeye çalışalım. ‘kahraman’ ifadesiyle Türk milletinin tarih boyunca yaptığı savaşlar, verdiği mücadeleler akla gelir. Gerçektende Türk milletinin tarihi başarılarla, zaferlerle doludur. Bu nitelemeyle Türk milleti yüceltiliyor, yücelik sıfatıyla sıfatlandırılıyor. ‘Irk’ ifadesi soy, sonra gelen torunlar anlamına gelebilir, ya da millet, halk ulus anlamıyla, ikincil anlamıyla kullanılmış olmalıdır. Değilse şair ırkçılık yapıyor olamaz, çünkü böyle bir şey şairin İslamcı kişiliğine, inancına ters düşer. ‘ırk’ kelimesi seçilerek şiirde bir ses uyumu, ahenk sağlanmıştır. ‘gül’ ifadesiyle o kişi güle benzetiliyor o kişi yine yüceltiliyor yücelik sıfatıyla sıfatlandırılıyor. Gül çiçeği masumiyeti, temizliği çağrıştırır, bu anlamlarda kullanılabilir. Bu mısradan anlıyoruz ki, demek ki o kişi halkının karşısına çıkacak, halkına karşı bazı sözler sarf edecek, bazı fiillerde bulunacak. Fakat bu söz ve fiiller olumlu değil olumsuz olacak. Fakat şair buna rağmen olayları iyimser bir bakışla anlatıyor o kişinin olumsuz bir eylemine rağmen o kişiyi eleştirmiyor aksine olumlu yaklaşıyor. O kişi belki de televizyon aracılığıyla ve mucizevî bir şekilde insanlara, Türk milletine karşı bazı sözler sarf edecek. Kıtanın ilk mısrasından yola çıkar ilk mısrayı anlarsak ikici mısrayı daha iyi anlarız. İşte böyle şiirin şimdiye kadar olan kısımlarını anlarsak şimdi yorumladığımız mısranın ikinci kısmını da anlayabiliriz. Mısranın ikinci kısmında bir şiddet, kızgınlık hali anlatılıyor. O kişinin olumsuz eylem ve sözleri demek ki ülke genelinde bir fesat ve karışıklığa, karmaşaya yol açacak. Şair bu mısrada iyimserlik hayret ve övgü içeren ifadeler kullanıyor. Bu mısrayı anlamak için şiirin beşinci kıtası ikinci mısrasını anlamamız gerekir. Böylece bu mısrayı daha iyi anlayabilir yorumlayabiliriz.Bir kez daha belirtmeliyim ki İstiklal Marşına yapılan bir eleştiri marşta Türk kelimesinin geçmediğidir oysaki bu mısradaki ‘Kahraman ırk’ ifadesi ‘Türk’ kelimesinin anlamını fazlasıyla karşılamaktadır.Öyleyse ‘Kahraman ırk=Türk’ diyebiliriz.Marşta Türk ve İslam kelimesinin anlamını karşılayacak bir çok ifade ve konu mevcuttur.

Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal…

Şair bu mısrada kurtuluş savaşı, kuva-i milliye şehitleri adına konuşuyor. Kurtuluş savaşı ve onun öncesindeki harplerde on binlerce Mehmetçik vatanın bağımsızlığı ve refahı, güvenliği için kan dökmüştür. Şiirde sözü edilen kişi, önceki mısralarda sözü edilen olaylar boyunca olumsuz bir tablo çizmiştir ve bu davranışlar kuva-i milliye şehitlerini ve diğer şehitlerimizi üzmektedir. Eğer kurtuluş harbi sonucunda kazanılan bağımsızlık kaybedilirse, dökülen şehit kanları o kişiye helal edilmeyecektir. Şehitler o kişiden davranışlarını değiştirmesini istemekte ruhları bunu arzulamakta o kişi uyarılmaktadır. Ama şehitler şair vasıtasıyla konuşmakta, konuşturulmaktadır. Kurtuluş savaşı ve onun öncesindeki savaşlarda, imkânsızlıklar içinde ve fedakârlıklarla muharebeler kazanılmıştır. Ve bu dökülen kanların değeri bilinmeli o kişi bunu idrak etmeli, anlamalıdır. Şehitler o kişiden bunları anlamasını istemekteler.

Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklal!

Bu mısrada bağımsızlığın Türk milletinin hakkı olduğu bunun milletçe kazanıldığı ve korunduğu hatırlatılmaktadır. Yine şehitler adına konuşulmakta bağımsızlık önemle vurgulanmaktadır. Bilindiği gibi cumhuriyet tarihi boyunca bağımsızlık önemle korunmuş güneydoğu bölgemizde, Kıbrıs’ta ve dünyanın değişik bölgelerinde Türk askeri görev yapmış, binlerce on binlerce şehit verilmiştir. Kurtuluş harbi ve onun öncesindeki ön harplerde de binlerce on binlerce can, şehit verilerek bağımsızlık kazanılabilmiştir. Bu yüzden bağımsızlık Türk milleti tarafından hak edilmiştir, bağımsızlık Türk milletinin hakkıdır. ‘istiklal’ kelimesi burada bağımsızlık anlamında kullanılmıştır. ‘Hakk’a tapan’ ifadesiyle Türk milletinin mensup olduğu din İslam dini kastedilmiştir. Gerçektende bin yıldır Anadolu topraklarında İslam dini yaşanmaktadır. Günümüzde Türk halkının %’de 98’e yakını islama mensuptur. Fakat ibadet ve dini yükümlülükler, namaz kılma gibi genellikle tam manasıyla yerine getirilememekte fakat Türk milletinin geneli İslam inancını, Allah inancını taşımaktadır. Alevilik, Caferilik, Şiilik gibi değişik mezhepler ülke genelinde söz konusudur fakat buna rağmen mısrada ortak inanç vurgulanmıştır. Bu ilk iki kıtada, şiiri yazan şairdir fakat belki de o kişiye şehitler adına seslenilmekte bazı olaylar dile getirilmekte anlatılmaktadır. Bana göre bu olaylar kurtuluş savaşından sonraki bir zaman diliminde gerçekleşmiştir. Bu sadece bir tahmindir. Öyleyse bu şiir, şairin bir kerametidir.

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.

Bu mısrada şair yine o kişi adına konuşuyor. Mısradan o kişinin hürriyetine çok düşkün olduğu anlaşılıyor. Anlaşılıyor ki o kişi yine bir şeylere çok kızacak, çok öfkelenecek, tepki gösterecek, hiddetlenecek. Demek ki o kişinin bazı olayların iç yüzünü, nedenini daha sonra anlayacağı, fark edeceği yorumunu çıkartabilir, böyle bir tahminde bulunabiliriz.Muhyiddin Arabi’nin aşağıda yer alan açıklamasından anlaşılacağı gibi şiirde sözü edilen şahıs kendisinin manevi bir şahsiyet olduğunu sonradan fark edecektir.

‘İşler ve hadiseler henüz meydana gelmeden, Mehdi Allah tarafından buna muttalidir. Zira önceden olacak olanlara hazır olması gerekiyor.’ Muhyiddin Arabi

Bu mısraya göre o kişi etki altında olduğu düşüncesine kapılacak ve çevresindeki herkese tepki gösterecek. Önceki iki kıtayı dikkate alırsak üçüncü ve sonraki kıtaları daha iyi anlayabilir çözebiliriz. Herkes bu mısra ve üçüncü kıtanın, Türk milleti ve bağımsızlığı ile ilgili olduğunu sanıyor. Oysaki tek bir kişi üzerinden gidersek, şiiri bütünlüklü ele alırsak bu kıta ve mısrayı daha iyi tahlil edebilir başka manalarda çıkartabiliriz. Şiir boyunca farklı kavramlardan, olaylardan söz edilmektedir, bu, şiiri akılcı bir bakışla yorumlamamıza engel olmamalıdır. Genel kanaat bu kıtanın Türk milleti ve bağımsızlığı ile ilgili olduğudur. Ama ben farklı düşünüyorum. Şiir boyunca Türk milleti ve bağımsızlığından birçok yerde zaten söz edilmektedir, ben söz edilmiyor demiyorum ama bu kıta tek bir şahıstan söz ediyor diye düşünüyorum. Şair bu kıta boyunca o kişi adına konuşmaktadır.



Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!

Bu mısrayı bir önceki mısranın devamı olduğunu düşünürsek, o kişi yine esaret kabul etmez, yönlendirme kabul etmez bir şekilde tepki göstermeye kendi kendine hiddetlenmeye devam ettiğini görürüz. Şair yine bu mısrada o kişi adına konuşuyor. O kişiye eziyet edenler ‘çılgın’ olarak niteleniyor, şair tarafından niteleniyor. Demek ki o kişi etki altında olduğu düşüncesine, hissine kapılacak. Bu etki ‘zincir’ ‘zincire vurulmak’ ifadesiyle anlatılıyor, tarifleniyor. ‘Şaşarım’ ifadesiyle o kişi çevresine ve herkese meydan okuyor. Demek ki o kişi asıl kimliğinin farkına daha sonra varacak ve buna çok sinirlenecek. İşte asıl kimliğinin farkına ve bazı olayların iç yüzünün farkına şiirde anlatıldığı gibi sonra varacak.

Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.

Yine bu mısrayı önceki mısralarla bütünlüklü, bağlantılı bir şekilde yorumlamaya devam edelim. O kişi yine kendi kendine hiddetlenmeye devam ediyor. Şair yine bu mısrada o kişi adına konuşuyor. O kişinin iradesi ‘ kükremiş sel gibiyim’ ifadesiyle tarif ediliyor. Yani o kişi azimli kararlıdır, kendine yeteneğine güvenmektedir ve önünde, amacının önün de hiçbir engelin duramayacağını düşünmektedir. ‘ bent’ ifadesiyle o kişinin asıl kimliğinin farkına varmasına ve bazı şeylerin iç yüzünü anlamasına mani olan şeyler anlamında kullanılıyor olabilir. Diğer anlamıyla ‘bent’ belki dünyevi, nefsanî istek ve arzulardır.

Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Bu mısrada şair yine o kişi adına konuşuyor. O kişi yine kararlı bir duruş göstererek, kendi kendine, çevresindekilere ve herkese meydan okumaya devam ediyor. ‘engin’ kelimesi kullanılarak anlatım güçlendiriliyor, zenginleştiriliyor. Yani öyle güçlüdür, kararlıdır, tepkilidir ki mecazi manada dağları yırtacak, ovalar denizler ona dar gelecek, taşacak, kararlığının ve iradesinin önünde hiç bir şey duramayacak. Bu kıta o kişinin kişiliğini yansıtması açısından ve yaşadığı sıra dışı bir olayı anlatması bakımından önemlidir. Belki o kişinin geçmişi çok ilginç ve olaylarla doludur. Ve bazı şeyleri o kişi hazmedememekte, kabullenememektedir.

Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,

Bu mısrada şair yine o kişiye sesleniyor. ‘garb’ kelimesi burada batı, Hıristiyan Avrupa ve Amerika ve diğer batı kültürünü, bloğunu temsil eden ülkeler anlamında kullanılmıştır. Mısranın bütününde batının askeri, siyasi, ekonomik ve diğer güçleri, bileşenleri anlatılıyor, kastediliyor. Gerçektende batılı ülkeler medeniyette tartışmasız bir üstünlüğe sahipler, İslam ülkeleri ve Türkiye batının çok gerisindedir. Bu son birkaç asırdır böyledir. Demek ki o kişi batıdan Türkiye’ye doğru yapılan bazı tehditleri görecek, duyacak, batılı ülkeler Türkiye’yi tehdit edecekler. Bu tehditlere o kişi dolaylı olarak sebep olacak ve bu yüzden o kişi ülkesi adına endişelenecek, suçluluk duygusuna girecek. O kişi ayrıca batının bu üstünlüğünün farkındadır ve dikkati bu üstünlük ve tehditlerde yoğunlaşmıştır. O kişi batının yani temelde AB ve ABD’ nin üstün medeniyet vasıtalarının Türkiye’yi tehdit etmesinden endişelenmektedir.

Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.

Bu mısrada şair yine o kişiye sesleniyor. O kişiden endişelenmemesini istiyor. Çünkü Türk askeri Türk vatanını, batının saldırganlığına karşı koruyabilecek güçte, imanda, cesarette, kudrettedir. Burada ‘ serhad’ asker anlamında kullanılmıştır. Şair Türk askerinin cesaret, kahramanlık, fedakârlık vs. özelliklerini iman dolu göğsüne benzetmekte Türk
askerini yüceltmekte övmektedir. Şair İslam inancına sahiptir ve imanı çok kuvvetli güçlüdür. Mısrada bu iman ve Türk askerinin niteliği arasında bir bağ kurulmaktadır. Türk askeri tarih boyunca kahramanca savaşlarda çarpışmış, islamın bayraktarlığını yapmış, şehitler, gaziler verilmiştir. Bu sayede İslam dini dünyanın birçok yerinde vücut bulabilmiştir. Cumhuriyet tarihi boyunca bu hizmetlerine devam etmiştir.
.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,

Bu mısra ve beşinci kıtanın ikinci mısrası arasında bir bağ olmalıdır. Çünkü anlaşılıyor ki o kişi Türk milletinin inançlarına yönelik bir tehdit görmekte, sezmekte, bu tehdit batı dünyasından gelmektedir. Bu mısrayı anlamak için beşinci kıtanın ikinci mısrasını anlamak gerekir, eğer bunu yaparsak bu mısrayı ve şiiri daha iyi anlayabilir ve yorumlayabiliriz. ‘ulusun’ denilirken, köpek, it gibi havlasın demek isteniliyor olabilir. Ulumak köpeklere ve köpekgillere ait, bir davranış özelliğidir, bu özellik köpeklerde de görülür. Köpekler aynı zamanda yerine göre saldırgan davranışlar gösterebilecek hayvanlardır. Şair batının saldırganlığını, köpeklerin saldırganlığına benzetmektedir. ‘korkma’ diyerek yine o kişiye sesleniliyor. ‘Batı köpek gibi havlasın korkma…’ Mısranın ikinci bölümünde Türk milletinin sahip olduğu İslam inancının kuvveti, gücü yüceltilmekte, bu inancın boğulamaz yani sindirilemez, yok edilemez nitelikte olduğu vurgulanmaktadır. Mısrayı özetlersek ‘Batı Türk milletinin dinini değiştiremez’ deniliyor. Bu mısra ile beşinci kıta ikinci mısra ile bir anlam bağı vardır, o mısrada sözü edilen ‘hayâsızca akın, saldırı’ şiirde sözü edilen kişiyi endişelendiriyor, şimdi tahlilini yaptığımız mısrada bu endişe dile getiriliyor. Belki bu mısra son dönemlerde ülkemizde artan misyonerlik faaliyetleriyle ilgililidir. Sadece bir tahmin yürütüyoruz. Bu tahlilde yapılan yorumlar sadece bir tahmindir. Ama ben şiirle ilgili genel kanıları yıkmak yeni bir rasyonel yorum getirmek istiyorum. Ama bu rasyonellik vahyi, kerameti reddeder nitelikte değildir.

"Medeniyet!" dediğin tek dişi kalmış canavar?

Bu mısrada ‘medeniyet’ kelimesi tırnak içinde gösterilmiştir. Bu tırnak imla ve dilbilgisi kurallarında başkasına ait bir söz o kişinin diliyle anlatılırken kullanılır. Demek ki o kişi batıya ‘medeniyet’ sıfatını vermekte batı medeniyetine bir hayranlık duymaktadır. Şair o kişinin bu düşüncesini yermektedir. Gerçektende batı dünyası son birkaç yüzyıldır dünyanın çoğunluğunda sömürgeler kurmuş fakat 20.yüzyıl içinde bu sömürgelerin hemen hepsini kaybetmiştir. Şiirin yazıldığı dönemde emperyalizm dünya çapında halen çok etkilidir ve dişini anadoluya geçirmiştir. Öyleyse şiirin yazıldığı ay ve yılda emperyalizmin tek dişi kaldığı söylenemez. Çünkü emperyalizm şiirin yazıldığı yıl ve ayda dişini Anadoluya geçirmiştir, 20.yüzyıl sonlarına kadar emperyalizm varlığını şiddetle sürdürmüştür. Medeniyet denilen canavar yani batı emperyalizmi için 20.yüzyıl kara yüzyıldır, çünkü bu yüzyıl sonlarına kadar olan süreçte batılı ülkeler, sömürge ülkelerini, kolonilerini kaybetmiştir. Şiirin yazıldığı 17 Şubat 1921’den sonra 50 milyon insanın ölümüne sebep olan ve batı sözde medeniyetinden gelen Almanya Nazi faşist saldırılarından sonra Kore ve Vietnam emperyalist savaşları ve diğer emperyalist kaynaklı savaşlar devam etmiştir. Öyleyse şiirin yazıldığı 17 Şubat 1921 yılı içinde medeniyet denilen canavarın tek dişinin kaldığını söyleyemeyiz, çünkü canavarın henüz tek dişi kalmamıştır.20.yüzyıl sonlarında ve 21.yüzyıl başlarında canavarın tek dişi kalmıştır.20.yüzyılda emperyalizmin tek dişinin kalmasında SSCB'nin yani Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin çok büyük ve başat katkısı olmuştur.Şair ayrıca şu mesajı veriyor, batı medeniyeti aslında bir medeniyet değil canavardır ve bu canavarın tek dişi kalmıştır. Böyle düşünürsek şiirin kurtuluş savaşından çok daha sonraki bir durumdan söz ettiğini anlarız. Böylece bu şiirin şairin bir kerameti olduğunu daha kolay kavrayabiliriz. Öyleyse şairimiz bir velidir.Mısrada dikkat edilirse ‘Canavar?’ kelimesinden sonra soru işareti konulmuştur.Mehmet Akif Ersoy Canavarın ne olduğunu, kim olduğunu soruyor.Canavar emperyalizm ve kapitalizmdir.

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın.

Şair bu mısrada yine o kişiye seslenmektedir. ‘arkadaş’ diyerek samimi, yakın, mesafesiz bir edayla seslenmektedir. Kurtuluş savaşına ve şiirin yazıldığı 17 Şubat 1921 tarihine baktığımız zaman anayurdumuz, vatanımız işgal altındadır. Yani işgalciler, işgal askerleri halen vatanımıza, yurdumuza taarruza devam ediyorlar, yani işgalciler yurdumuza uğramışlardır.İşgalciler bu yurda uğradıkları halde, işgalcilerin yurda uğramamalarının değil, yurdun işgalden kurtarılmasının istenmesi lazım gelirdi. Yurt işgal altındayken ve düşman askerleri çizmeleriyle aziz vatanı ezdikleri halde, düşmanın yurda uğramamasını istemek çelişkili bir durum olur. Öyleyse bu mısrada anlatılan durumun kurtuluş savaşı sonrası yaşanabilecek bir tehlikeyi yani işgal tehlikesini anlattığı sonucuna varabilir böyle bir tahminde bulunabiliriz. Şairin ifadesine göre yurdumuzu işgal edecek, edebilecek asker, düşman yönetimi alçaktır. Bu mısrada şair o kişiden bir istekte bulunmaktadır. Önceki kıtalarda anlattığımız gibi o kişi bazı olumsuz düşünce ve davranışlarda bulunmaktadır ve şair yine bu mısrada o kişiden bu tutumunu değiştirmesini istemektedir. O kişi de zaten şairin istediği yönde tutumunu değiştirmiş batının tehditlerinden endişelenmektedir. Bu mısradan anladığımız kadarıyla eğer dikkatli davranılmazsa işgal durumu gerçekleşebilir. Benzer bir tehlikeden Atatürk’ün Gençliğe Hitabesinde de söz edilmektedir.

Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.

Bu mısrada şair yine o kişiye seslenmektedir. O kişi hayâsızca bir akın, saldırı görmekte bunu durdurmak istemekte, öyle istediği için şair o kişinin bu isteğine katılmakta ve bu davranışını teşvik etmektedir. Bu hayâsızca akın, saldırı, bir düşman işgalimidir. Ben öyle tahmin ediyorum ki değildir. Belki de televizyon vasıtasıyla, medya vasıtasıyla bir saldırı söz konusudur. Şairin ölümünden çok sonra meydana gelen bir olay anlatıldığı için televizyonun varlığı1921 yılı için söz konusu olamaz çünkü televizyon yayınları çok daha sonraları başlamıştır. Eğer televizyondan bir saldırı söz konusu ise, bu saldırı müstehçen, ahlaksız, islam ahlakına aykırı ve şiddet içerikli olmalıdır. Ve bu yayın normal yayınlardan daha aşırı olmalıdır. Yani sıra dışı bir yayın söz konusudur. Belki de medya milli bir medya değildir ve düşman ülkelerin çıkarlarına hizmet etmektedir. Belki de bu hayâsızca ve şiddet içerikli televizyon yayını saldırısı, şiirin ikinci kıtası, ikinci mısrasında anlatılan şiddet ve fesada neden olmuştur. Bunlar sadece bir tahmindir, katılmayabilirsiniz ama tahlilimi, şiiri dikkatle okursanız beni anlayabilirsiniz.

Doğacaktır sana va’dettiği günler Hak'kın…

Bu mısrayı, şiirde tek bir kişiden ve manevi bir şahsiyetten söz edildiğinden yola çıkarak yorumlayacağız, tahlil edeceğiz. Öyleyse bu mısra bir kuran ayetiyle ilgili olabilir çünkü Allah bu mısraya göre birisine bir şey vaat etmiştir. Şiiri bütünlüklü ve farklı bir bakış açısıyla yorumlamaya çalıştığımız için bu vaat edilen şeyin ülkenin bağımsızlığı ve kurtuluşu değil başka bir şey de olabileceğini düşünebiliriz. Böyle düşünürsek, Türk milleti ve kurtuluş mücadelesine saygımız sonsuzdur fakat Allah bir ayetle bildirerek ya da haber vererek Türk milletine bağımsızlık vaat etmemiştir bu saçmalık, olur, böyle düşünmek akılcı bir yorumdan uzaklaşmak anlamsız, teorik dayanakları çok zayıf bir tahlile neden olur. Daha sıra dışı bir düşünceyle tahlile devam edersek bu mısranın manevi bir şahsiyetle ilgili olabileceğini de anlarız. Öyleyse bu mısra bir kuran ayetiyle ilgilidir. Çünkü o kişi hakkında kuranda işaret edilen bazı ayetler araştırmalarıma göre mevcuttur. Yani bu mısra Nur suresi 55.ayetle ilgili olabilir, bu ayetin meali şöyledir:

‘Allah, içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara va'detmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl 'güç ve iktidar sahibi' kıldıysa, onları da yeryüzünde 'güç ve iktidar sahibi' kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca Banaibadet ederler ve Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fasıktır.’
www.harunyahya.org

Bu ayetin farklı tefsirlerine göre Allah o kişi ve diğer bazı elçilerini cihanın hükümdarı yapacak, İslam dini bütün dünyaya yayılacak, ayette sözü edilen manevi şahıslar zorlu, sıkıntılı bir dönemden sonra mutlu huzurlu bir hayata kavuşturulacaklardır. Bu vaat kesinlikle doğacaktır, gerçekleşecektir, şair bu mısrada önceki kıtalardaki gibi yine o kişiye seslenmektedir.

Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

Bu mısrada şair yine o kişiye seslenmeye devam ediyor ‘ kim bilir, belki yarın’ diyerek önceki mısrada belirtilen vaadin çok yakın olduğunu belirtiyor. ‘belki yarından da yakın’ diyerek anlamı kuvvetlendiriyor, o kişiye umut vermeye çalışıyor. Belki bu zaman dilimi birkaç yıl veya ondan biraz daha fazlasıdır. Bu mısradan anlaşılıyor ki o kişi çok kötü, sıkıntılı ve sefalet içinde bunalımlı bir hayat geçirecek ve bundan kurtulmasının tek yolu ise Allah’ın yardımı, merhameti ile olacak. Şair bu mısrada o kişiden umudunu korumasını istemekte, o kişiye umut vermeye çalışmaktadır. Bu şiirde yaşanılan olaylar eğer 21.yüzyıl başlarında gerçekleştiyse, İslam dininin bütün dünyaya yayılması zamanı da bu mısraya göre çok yakındır çünkü Nur suresi 55.ayetteki durum söz konusudur. Bu ayetin geniş tefsirini okursak bu son iki mısrayı daha iyi anlayabilir ve çözebiliriz. Nur suresi 55. ayette anlatılan durumu destekler nitelikte Kuran’da başka ayetlerde mevcuttur.4 haziran 2007 itibarıyla Allah’ın o kişiye ve bazı elçilerine yaptığı vaadin gerçekleşmesine yaklaşık 3 yıl 7 ay kalmıştır.Şiirin gerçeğe dönüştüğü kasım-aralık 2004 itibarıyla Allah’ın vaadinin gerçekleşmesine 6 yıl kalmıştı.

Bastığın yerleri "toprak" diyerek geçme, tanı:

Şair yine o kişiye sesleniyor. Bu mısrada ‘toprak’ kelimesi tırnak işareti içinde gösterilmiştir. Bu tırnak işareti imla ve dilbilgisi kurallarında başkasına ait bir söz o kişinin diliyle anlatılırken kullanılır, öyleyse ‘toprak’ ifadesi şiirde sözü edilen kişiye aittir. Bu mısradan anlıyoruz ki o kişinin milli manevi duyguları zayıftır. Belki de o kişi geçmiş hayatı, yaşadığı zorluklar yüzünden isyankâr bir kişiliğe, düşünceye bürünmüş vatan, millet sevgisini yitirmiş dini inancını da kısmen kaybetmiştir.Tekrar belirtmeliyim ki ‘toprak’ kelimesi mısrada tırnak içinde geçmektedir, bu da gösteriyor ki o kişi bastığı yerlere toprak demekte vatan toprağına dini, milli, manevi, bir anlam yüklememektedir. En azından bu duyguları çok zayıflamış, çok zayıftır. Ama şair o kişide bir heyecan uyandırmaya çalışmaktadır. Geçmiş mısralardaki tahlillere bakarsak ve tahlilleri anlarsak, o kişi de bir anlık kıpırdanma olduğunu, inançlarını, değerlerini tümüyle yitirmediğini de anlarız. Hala o kişide bir cevher mevcuttur ve şair bu cevheri çıkartmak istemektedir ve bu yüzden ona ‘tanı’ diyerek onu bu amaca sevk etmeye çalışmaktadır. O kişinin bastığı yerler, yani doğduğu yaşadığı ülke kesinlikle Türkiye toprakları olmalıdır çünkü şiirden, yapılan tahlilden bu sonuç çıkar.

Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.

Şair o kişiye seslenmeye devam ediyor. ‘ düşün’ diye seslenerek o kişiyi tefekkür etmeye çağırmakta o kişinin kendisine gelmesini istemektedir. Mısra, Türk vatanının bağımsızlığı, Türk milletinin huzuru, güvenliği için şehit düşen Mehmetçiklere değinmekte o kişiye bunu hatırlatmaktadır. Bu hatırlatma çok vurgulu bir şekilde yapılmaktadır. O bazı şehitler kefensiz defnedilmiş, kefenle defnedilmek bile onlara nasip olmamıştır, şehitlerin kefensiz yatmaları yürek burkucudur. Türk tarihine baktığımız zaman, gerçektende sayısız fedakârlık örnekleri buluruz. Kurtuluş harbine baktığımızda da imkânsızlıklar içinde olunmasına rağmen Mehmetçiğin fedakârlığı, azmi ve kahramanlığı sayesinde anayurdun her yanından düşman sökülüp atılmış vatan savunması yerine getirilmiştir. Bu sayede bugün özgür ve saygın bir hayat sürdürüyoruz. Aksi halde bir sömürge ülkesi olur ya da anayurt parçalara ayrılır, bağımsız TC’den söz edemezdik. Bugün kefensiz yatan şehitler sayesinde bağımsız bir ulusuz. Kurtuluş harbinden sonra da Türkiye’nin güneydoğusunda ve Kıbrıs’ta binlerce şehit verilmiştir.

Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:

Eğer şiirde yine bir tek kişinin anlatıldığından hareket edersek ki şiirde başka birçok şeyden de söz edilmektedir, bu mısrayı şiirin akışına göre ve bu bilgiyle çözebilir, anlayabiliriz. Şair yine o kişiye seslenmektedir. Acaba ‘ şehit’ ifadesinden kasıt Türk tarihinde savaşlarda şehit düşen askerler midir yani o kişinin manevi dedelerimidir, değilse o kişinin babası mı şehittir. Ben ikinci ihtimal üzerinde durmak istiyorum. Böylece şiirin gizemini çözebilir, şifresini kırabiliriz. Eğer o kişinin babası şehit olarak nitelendiriliyorsa ve bunu doğru olarak kabul edersek, o kişinin babası ya şehit olup ölmüştür ya da şiirde sözü edilen olaylar dizisinden sonraki bir tarihte belki de bir saldırıya uğrayıp şehit edilecektir ya da o kişinin babası şehitlik mertebesinde birisidir. Şiirde sözü edilen kişi de bu durumdan bir şeref kazanmış şair tarafından şehit oğlu sıfatıyla sıfatlandırılmıştır. Mısranın ikinci bölümünde ‘ata’ ifadesi yer alıyor. Acaba bu ifadede belirtilen ata Türk milletinin dedelerimidir, değilse o kişinin öz ya da manevi dedelerimidir, bu da değilse Türkiye cumhuriyetinin kurtarıcı, kurucu liderimidir. Ben daha uç bir yorumla üçüncü ihtimal üzerinde durmak istiyorum.M.Kemal Atatürk Türk milleti tarafından ata unvanıyla anılmaktadır. TBMM. Tarafından da Atatürk soyadına layık görülmüş ve bu soyad ona verilmiştir. Atatürk soyadı Türkün atası yani Türkün önderi, kurtarıcısı anlamına gelmektedir. Ve mısrayla Atatürk arasında bir bağ kurarsak: bu şafaklarda yüzen al sancak sönerse, yani bağımsızlık kaybedilirse ruhu incinecek olan M.Kemal Atatürk’tür çünkü Atatürk hayatını Türk milletinin bağımsızlığı ve refahına adamıştır. Eğer Atatürk’ün ismi bu marşta geçiyorsa acaba Atatürk manevi bir şahsiyet olabilirmi, yani Allah tarafından Türk milletine bir kurtarıcı,önder olarak gönderilmiş olabilirmi. Allah her 100 yılda bir, İslam ümmetine bir lider yani alim yani ‘müceddid’ göndermektedir.Konuyla ilgili bir hadis-i şerif şöyledir:

‘Gerçekten Aziz ve Celil olan Allah her yüz sene başında şu ümmetin dinini bidatten ayıracak, yenileyecek (ilim sahibi) bir zatı gönderir.’
www.harunyahya.org

Ama Atatürk bana göre askeri, siyasi, ekonomik alanda görev yapmış bir müceddiddir. Din müceddidi değildir, istisnai bir durum olarak farklı alanlarda hizmet yürütmüş, Müslüman bir ülkeyi, toplumu haçlı işgalinden kurtarmıştır Şiirde sözünü ettiğimiz manevi şahsiyetin doğum tarihi hicri 1400 yani miladi 1980 ise ki İslam kaynaklarında genel kabul böyledir, bundan güneş yılına göre bir yüzyıl geriye gittiğimizde miladi 1880 tarihine ulaşırız. Araştırmalarıma göre Atatürk’ün gerçek doğum tarihi aslında 1881 değil 1880’dir yani bu ihtimal kuvvetle muhtemeldir. Eğer müceddidler güneş asrına yani miladi asra göre gönderiliyorlarsa şiirde sözü edilen manevi şahıs aynı zamanda bir müceddid ise kendisinden bir önceki müceddidin 1880 yılında doğmuş olması gerekir ki bu da Atatürk’ün doğum tarihine denk düşmekte, bende Atatürk’ün bir müceddid olabileceği fikri uyandırmaktadır. Bu yorumu doğru kabul edersek ve Atatürk’ün isminin istiklal marşında dolaylı olarak geçtiğini kabul edersek müthiş bir sırrı daha ortaya çıkarmış oluruz. Müceddidler aynı zamanda seyyiddirler yani peygamber torunlarıdırlar. Öyleyse Atatürk Hz.Muhammet (SAS)’nin soyundandır ve hicri 14.asrın müceddididir. Bazı çevreler Bediüzzaman Saidi Nursi’nin hicri 14.asrın müceddidi olduğunu ileri sürmekteler. Eğer Sait Nursi bir müceddid ise doğum tarihinin 1880 ve sonrası olması gerekir.Bediüzzaman saidi nursi’nin verdiği bilgiye göre hicri 13.asrın müceddidi Mevlana Halid Cüneydi Bağdadi’dir. Onun doğum tarihide miladi 1778 yılı olarak bilinmektedir. Ama resmi kayıtlarda ve bilinen tarihte bir hata olabileceğini göz önünde bulundurursak Mevlana Halid’in doğum tarihinin 1780 yılı olabileceğini de düşünebiliriz. Bütün bu yorumlar sadece bir tahmin, yorumdur, kesinlik arz etmemektedir, çünkü kesin delillere sahip değilim fakat bazı ipuçlarından yola çıkarak tahmin yapıyorum. Müceddidlerin yani 12 imamın doğum tarihlerini tahmini olarak sıralarsak:

1 ) 19 Mayıs 780 m.(d. 780 ö. 855) : İmam-ı Ahmet Bin Hambel
2 ) 19 Mayıs 880 m.(d. 879 ö. 941) : Ebü'l-Hasen-i Eş'arî
3 ) 19 Mayıs 980 m.(d. --- ö.1062) : Muhammed Bin Selame El-Mısri
4 ) 19 Mayıs 1080 m.(d.1077 ö.1166) : Seyyid Abdülkadir-i Geylani
5 ) 19 Mayıs 1180 m.(d.1182 ö.1262) : İzzettin Bin Abdüsselam
6 ) 19 Mayıs 1280 m.(d.1281 ö.1338) : Hacı Bektaş-ı Veli
7 ) 19 Mayıs 1380 m.(d.1381 ö.1455) : Ebul Hasen Suyuti
8 ) 19 Mayıs 1480 m.(d.1483 ö.1567) : Ali Mütteki El-Hindi
9 ) 19 Mayıs 1580 m.(d.1583 ö.1661) : Seyyid Ahmed Bin Muhammed
10 ) 19 Mayıs 1780 m.(d. ---- ö.1722) : Seyyid Nur Muhammed Bedevani
11 ) 19 Mayıs 1780 m.(d.1778 ö.1826) : Mevlana Halid-i Bağdadi
12 ) 19 Mayıs 1880 m.(d.1881 ö.1938) : Mustafa Kemal Atatürk

19 Mayıs 1980 m.(d.1980 ö. ----) : Hz.Mehdi (as). (Hz.Mehdi Allah’ın elçisidir.Sadece bir imam, müceddid değildir.Bu yüzden 12 imam arasında gösterilemez.)

Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.

Bu mısrada şair yine o kişiye seslenmektedir. Şiirin geneline baktığımızda, o kişinin milli manevi duyguları zayıftır, zayıflamıştır. Ama yinede içinde bazı değerli kırıntılar barındırmaktadır, büsbütün milli manevi duygularını yitirmemiştir. Şair ‘ verme’ diyerek o kişiye seslenmekte o kişiyi uyarmakta, o kişinin aslına dönmesini istemektedir. ‘dünyaları alsan da’ derken, dünyalardan kasıt yaşadığımız dünya ve cennettir, bunu açarsak: o kişi hadis-i şeriflerde cennetle müjdelenmiştir ve bütün yeryüzünün melikesi, idarecisi başkanı olacaktır. Bu gerçekler hadis-i şeriflerde müjdelenmiştir. Şair bu gerçeklere şifreli olarak değinmektedir. Şair o kişiden ülkesine karşı taşıdığı olumsuz düşüncelerden vazgeçmesini istemekte, hiçbir nedenin bu olumsuz düşüncelerin haklı bir gerekçesi olamayacağını hatırlatmaktadır. Türkiye topraklarından şair, cennet diyerek söz etmekte ülkemizin güzelliğine dikkat çekmektedir. Bu vatan öyle güzel ve kutsaldır ki bu vatana ihanet o kişiye asla yakışmaz, böyle bir ihanet o kişinin aslına, soyuna, misyonunada yakışmaz. Çünkü bu vatan bağımsızlığını şehit kanlarıyla elde etmiştir. O kişinin görevide vatanın bağımsızlığı ve birliğini yaşadığı süre içinde korumaktır, yoksa her değere, paraya vs.ye vatanı, milleti değişmek değildir.Mısrayı düzyazıyla ifade edersek ‘Dünyayı da cenneti alsan da bu cennet vatanı hiçbirşeye değişme.’ cümlesi ortaya çıkar.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?

Bu mısrada şair bu defa Türk halkına seslenmektedir. Yine Türk vatanından ‘cennet’ ifadesiyle söz edilmekte vatanımız yüceltilmektedir. Mısranın geneline baktığımız zaman şu yoruma varabiliriz. Öyle güzel, kutsal bir vatanımız, öyle güzel, fedakâr bir milletimiz vardır ki sağcısından, solcusuna, İslamcısından, milliyetçisine, kürdünden, lazına kadar herkes bu vatan için canını feda eder, edebilir, etmiştir. Cumhuriyetin kuruluşundan sonrada Türk halkı güneydoğuda, Kıbrıs’ta ve ülkenin her yerinde vazifesini sivil ve asker olarak vazifesini yerine getirmiştir. Mısradan anlıyoruz ki önceki kıtalarda yaşanılan hadiseler sonucunda, Türk halkı, milleti, batıdan gelen tehditkâr açıklamalar ve ABD’nin Irak, Afganistan işgalleri Türk halkının şiddetli tepkisini çekecek, ülke çapında gösteriler düzenlenecek, değişik partiler ve sivil toplum örgütleri tarafından mitingler ve toplantılar düzenlenecektir. Bana göre bu mısradaki durum, olaylar 2004 Kasım ayı sonları ve aralık ayı başlarında gerçekleşmiştir. Eğer 2004 Kasım ayı sonları, aralık ayı başları gazete arşivleri ve televizyon haber arşivleri incelenirse ayrıca hafızanızda o günlere dönerseniz olağanüstü, sıra dışı, normal olmayan olayların ülkemizde ve dünyada cereyan etmiş olduğunu görürsünüz. Bu mısranın yorumu ve 2004 yılıyla mısra ve şiiri ilişkilendirmem sadece bir tahmindir, şiiri ve herkesi bağlamaz, şiiri yazan şair şiirin tevilini vermemiştir, şiirin herkes tarafından kabul gören bir tahlili de yoktur. Şiir hakkında çok farklı tahliller yapılmış, benim yaptığım tahlil de bunlardan birisidir, tahlilime katılmayabilir, delice bulabilirsiniz, ama düşüncelerinize sınır koymaz, yaptığım tahlile önyargısız bakarsanız, tahlilimin doğru olabileceği fikrine de yabancı durmazsınız bana göre.

Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda!

Bu mısrada şair yine o kişiye seslenmektedir. Bu mısrada sözü edilen konu şiirin altıncı kıtası ikinci mısrasında da yer almakta, bu kıta ve mısrada da tekrarlanmaktadır. Mısraya göre vatanın her köşesinde vatanın ve milletin bağımsızlığı için şehit kanı dökülmüştür. Şair o kişiye yine canını milletinin bağımsızlığı ve refahı için feda eden eden Mehmetçikleri hatırlatmakta, bu vatanın sonsuza kadar savunulması görevi şehitlerin kahramanlığı ve fedakârlığı sebebiyle daha büyük önem arz etmektedir. Şehit kanıyla kazanılmış bu topraklar elbette korunacaktır, şehitlerin kemikleri sızlatılmayacaktır, bu görev başta Türk halkına, askerine aynı zamanda şiirde sözü edilen kişiye düşmektedir. Cumhuriyet tarihi boyunca bu görev Türk milleti ve askeri tarafından başarıyla yerine getirilmiş vatan iç ve dış düşmanlara karşı müdafaa edilmiştir.

Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüda,

Şair bu mısrada o kişi adına konuşmaktadır. Eğer yine şiirin bir tek kişi etrafında döndüğünden hareket ederek şiiri yorumlarsak bu Mısranın da o kişi hakkında olabileceği sonucuna varabiliriz. Aksi halde şiirin sırrını açığa çıkartmamız olanaksız hale gelir, bu yorum sadece benim bazı ipuçlarından yola çıkarak yaptığım bir tahmindir. Şiir boyunca yapmaya çalıştığım tahlillerde yine bazı ipuçlarından yola çıkıyor sonuca varmaya çalışıyorum. Bu mısrada şair o kişi adına konuştuğuna göre Mısranın başında ‘can ve canan’ kelimeleri yer almaktadır ‘can’ kelimesi o kişinin kendisini ifade etmekte ‘canan’ kelimesi ise belki o kişinin eşini ya da müstakbel eşini ifade etmektedir. Belki o kişi sevgilisinden, sevdiği kızdan ayrı düşmüş belki o kızla arasına bazı engeller girmiş, belki hiç görmediği tanımadığı bir kıza tutulmuş, ona ulaşamamakta, şiire göre bu kız o kişinin kaderine yazılmış fakat henüz bir araya gelmemişler, gelememişlerdir.Mısrada sözü edilen kızla o kişi kesinlikle evleneceklerdir. Öyle olmasa o kızın adı dolaylı olarak bu mısrada geçmezdi.Şiirde sözü edilen kişi şiirde yaşanılan olaylarla aynı anda bir kız sorunu yaşamaktadır ve bu kız sorunu şiirde sözü edilen kişiyi çok üzmektedir. Şair bu kızın ismini bu mısraya dolaylı olarak yerleştirerek şiirde sözü edilen kişiyi teselli etmekte, müjdelemektedir. Bunlar birer tahmin, fikirdir, katılmayabilirsiniz. Mısrayı düzyazıyla ifade edersek: ‘Canımı, sevgilimi, her şeyimi alsında Allah.’ Şeklinde ifade edebiliriz.

Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.

Şair mısrada yine o kişi adına konuşmaktadır.Mısranın düzden bir açılımını yaparsak ‘Etmesin dünyada tek vatanımdan beni ayrı’ şekline bir mısra ortaya çıkar.Bir önceki mısra ve bu mısranın birleşik bir açılımını yaparsak ‘Canımı, sevgilimi, her şeyimi alsında Allah, etmesin dünyada tek vatanımdan beni ayrı’ şeklinde bir birleşik mısra ortaya çıkar.Tahlilini yapacağım mısraya göre ve şiirin geneline göre o kişi Türk’tür, Türkiye’de doğmuş büyümüştür. Vatanı, tek vatanı Türkiye’dir, başka gidecek yaşayacak bir ülkesi mısraya göre yoktur. Demek ki mısraya ve şiirin genel havasına bakarsak o kişi kendi öz vatanında dışlanacak, eziyet görecek, ülkesinin rejimi laik rejim olduğu için ve kendisi manevi bir şahsiyet olduğu için istenmeyecek, belki de sürgün edilme tehlikesi altında olacaktır. Şair o kişi adına Tanrı’ya seslenmekte yalvarışta, serzenişte bulunmaktadır. Şiirin geneline ve bu mısraya baktığımızda o kişinin geçmişinin çok zor geçtiğini bazı haksızlıklara maruz kaldığını sezinleyebiliriz. Belki şiirin ve bu mısranın genel havasına bakarsak o kişi kendisine yapılan haksızlıklardan dolayı ülkesine, milletine ve çevresindekilere bir küskünlük dargınlık içerisindedir. Demek ki kendisine yapılan kötülükler tahammül edilemez, affedilemez bir nitelikte olacak, hiç kimsenin yardımını, desteğini görmeyecek, göremeyecek, aksine horlanacak, aşağılanacaktır. Bu tahliller sadece bir yorumdur fakat bu tahlillerde bazı ipuçlarından ve o kişi hakkında yazılan İslam kaynaklarından yararlandığımı da belirtmeliyim. Yedinci kıtaya kadar tahlillerle anlattığımız olaylar, Kasım-Aralık 2004 tarihlerinde Türkiye’de gerçekleşmiştir.

Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli:

Şair bu mısrada yine o kişiye seslenmektedir. Şair o kişiye kabrinden seslenmektedir, şiirde anlatılan olaylar sırasında hayatta değildir vefat etmiştir, şairin vefatının çok sonrasında gerçekleşen olaylar şiir boyunca anlatılmaktadır. Şiir boyunca ve bu mısrada dikkat edilirse görülecektir ki 2.tekil şâhısa seslenilmekte 1.tekil şahıs adına konuşulmaktadır. Bu da gösteriyor ki şiir tek bir kişi etrafında dönmekte, bende bu kanaati güçlendirmekte bana bu ipucunu vermektedir. Şair ‘ruhumun’ derken kabrinden seslenmektedir öyle olmasaydı ‘Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli:’ demez, ‘Benim senden, ilahi, şudur ancak emeli:’ derdi. Neden ‘Benim’ ifadesi kullanmıyor da, ‘Ruhumun’ ifadesini kullanıyor bu beni düşündürüyor. ‘ruhumun’ kelimesi amaçlı olarak bu mısraya konulmuştur. Şiir, TBMM. tarafından milli marş olarak kabul edildiğinde şair halen hayattaydı hatta şairimiz 1936 yılında vefat etmiştir. Öyleyse hayatta olan birinin ‘Ruhumun’ diyerek seslenmesinin bir nedeni olmalıdır. Zaten tahlilin başında ve şiir boyunca bu nedeni belirtmiş, şiirde anlatılan olayların ve şiir boyunca konu edilen kişinin şiirin yazılışından çok sonra, on yıllar sonrasına ait bir durumu anlattığını ifade etmeye çalışmıştık. Şair bu mısrada o kişiye seslenmektedir, o kişiden bir isteği vardır. Bu istek mısrada ‘ilahi’ nitelemesiyle nitelenmekte isteğin, arzunun önemi, niteliği vurgulanmaktadır.

Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.

Bu mısrada kıtanın ilk mısrasında ki isteğin ne olduğu o kişiye açıklanmaktadır. Bu mısrada ‘mabet’ mezar, kabir anlamında kullanılmıştır, ‘mabedimin göğsü’ ifadesiyle gerçek anlamıyla mezar taşı, şiirdeki anlamıyla vatanın ve milletin bağımsızlığı, bütünlüğü kastedilmiştir. Şimdiye kadar, şiir boyunca yapılan tahlilden bu sonuca gidebiliriz. Şair, kabrine namahrem eli değmemesini isteyerek aslında Türk yurduna namahrem elinin değmemesini istemekte dolaylı bir ifadeyle anlatımı güçlendirmektedir. Şiir boyunca belirtilen Türk vatanının işgal edilmesi, bağımsızlığın kaybedilmesi tehlikesi bu mısrada yine belirtilmektedir. Muhtemel işgal askerleri ve işgal yönetimi mısrada namahrem eller şeklinde anlatılmaktadır. Eğer Türk vatanı işgal edilirse namahrem eller şairin kabrine değmiş olur yani bağımsızlık kaybedilmiş olur ki şair bunun engellenmesini o kişiden istemektedir. Demek ki o kişinin ülkesinin bağımsızlığı ve Türk yurdunun işgale uğrama tehlikesinin bertaraf edilmesi için yapabileceği bir şeyler vardır. Şair o kişiden elinden geleni yapmasını istemekte o kişiden ülkesi hakkında beslediği olumsuz duygu ve düşüncelerinden vazgeçmesini istemektedir. Öyle anlaşılıyor ki bu kıtanın başından itibaren o kişi istiklal marşımızın şairin o kişiye yazmış olduğu anlamı gizli tutulmuş bir mektup olduğunu anlamış, bu kıtanın başından itibaren o kişi şiire kulak vermekte şairi dinlemektedir. Bu mektup ulusal bir marş olabilecek kadar güzel, kalitelidir. Şiirde yaşanılan olaylar ve şiirin gerçek anlamı şiirde anlatılan kişi tarafından önceden bilinseydi bu olaylar yaşanmazdı. Çünkü şiirin anlamı önceden o kişi tarafından bilinseydi yapay bir şekilde şiirde anlatılan olaylar o kişi tarafından planlanamazdı. Çünkü şiirde anlatılan olay ve durumlar o kişinin kontrolünde değildir, doğal seyir içinde olaylar olmuş, bitmiştir, şiirde yaşanılacak olan olaylardan o kişinin önceden bir haberi yoktur. Şiirde anlatılan kişi, kendisinin manevi bir şahsiyet olduğunu, bazı ipuçları ve bu marş sayesinde sonradan anlamış fark etmiştir. Zaten o kişi hakkında yaptığım araştırmalarım bu düşüncemi doğrular niteliktedir. Kendisi bile uzun bir süre kendisinin manevi bir şahsiyet olduğunu şiirde konu edilen kişi bilmeyecek sonra fark edecektir. Marşta anlatılan olayları şiirde konu edilen kişi yaşamıştır, bu şiir o kişinin yaşamından sıra dışı bir kesiti anlatmaktadır. Bu mısra, kıta ve şiir hakkında yapmış olduğum tahlil sadece bir yorumdur, şiiri bağlamaz, yorumuma katılmayabilirsiniz. Ama beni anlamaya çalışmanızı da isterim.

Bu ezanlar- ki şahadetleri dinin temeli-

Şair bu mısrada ‘Bu ezanlar’ diyerek dinsel bir mesaj vermekte ibadete, namaza, İslam dininin sembolleşmiş geleneklerine vurgu yapılmaktadır. Bağımsızlık mücadelemiz öncesinde, Osmanlı devleti 1.cihan harbinde yenik düşmüş, ağır şartlar içeren Mondros ve Sevr anlaşmaları Osmanlı hükümeti tarafından kabul edilmiş, Misak-ı milli sınırları Avrupalı devletlerce işgale başlanmıştı.15 Mayıs 1919’da da İzmir yunanlılar tarafından işgale başlanmıştı. Bunun üzerine M.Kemal Atatürk 19 Mayıs 1919’da samsuna çıkarak kurtuluş harbini başlatmış, Sevr ve Mondros anlaşmaları yırtıp atılmış, düşman anayurttan sökülüp atılmış, ülkemiz Hıristiyan ülkelerin işgalinden kurtulmuş bu sayede ezanlar ülkemizin her yanında okunabilmiş yani dinimiz özgürce yaşanabilmiştir. Eğer bağımsızlık kaybedilirse bu özgürlük ortadan kalkar ve ezanlar camilerden özgürce okunamaz dini özgürlüğümüzü kısmen de olsa böyle bir durumda yitiririz. Bu tehlike günümüzde de mevcuttur, şair bu tehlikeye dikkat çekmektedir. Yanı başımızdaki, 2003’te ABD’nin Irak işgali bu duruma güzel bir örnektir. Mısra bu gerçeğe değinmiştir. Gerçektende günümüzde ve geçmişte, Müslümanlar dünyanın değişik yerlerinde zulme maruz kalmıştır. Batı Trakya Türkleri buna güzel bir örnektir. Mısrayı özetlersek: Din bağımsızlık sayesinde yaşanabilmektedir. Bağımsızlığımız, dinin temelidir. Ülkemiz için bu gerçek söz konusudur. Şair o kişiye bu gerçeği anlatmakta, hatırlatmaktadır. Mısranın derin manaları vardır. İstiklal Marşına yapılan bir eleştiri de marşta ‘ İslam’ kelimesinin geçmediğidir oysaki bu mısradaki ‘Din’ kelimesi,ifadesi ‘İslam’ kelimesinin anlamını fazlasıyla karşılamaktadır.Öyleyse ‘Din=İslam’ diyebiliriz.

Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.

Bu mısrayı düzden okursak: ‘Benim ebedi yurdumun üstünde inlemeli.’ Şeklinde çevirebiliriz. Yani mısrada ‘benim’ kelimesiyle şaire ait olan yurt yani Türkiye ifade edilmiş, nitelenmiş, fakat şiire bir estetik kazandırmak için ‘benim’ kelimesinin yeri değiştirilmiş yüklemden önceye konulmuştur. Türk yurdu yani Türkiye ebedi yurt olarak sıfatlandırılmış Türkiye cumhuriyetinin ebediyete, kıyamete kadar yaşayacağı, bağımsız kalacağı şifreli bir şekilde mısrada belirtilmiştir. Fakat bu durum vatanın müdafaası, o kişinin gayreti şartına bağlanmıştır. Eğer o kişi elinden geleni yaparsa ve vatanına ihanet etmezse şairin isteği gerçekleşmiş olacaktır yani bağımsızlık korunacak, Türkiye cumhuriyeti ebediyen, kıyamete kadar bağımsız ve Müslüman olarak yaşayacaktır. Şair bu gerçeği mısrada müjdelemiştir. Eğer bu müjde doğruysa, şairimiz velilik derecesine yükselmiş manevi bir şahsiyettir ve bu verilen haber bir keramettir, çünkü şair gelecekten haber vermektedir. Aksi halde yani bağımsızlığın kaybedilmesi halinde şair yalanlanmış olur. Mısrada Türk yurdu, ebedi yurt olarak nitelenmiştir. Atatürk’ün konuyla ilgili veciz bir sözü de bildiğiniz gibi şöyledir:

‘Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır fakat Türkiye cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.’

Bu vecize, mısrada verilen haberi ve yaptığım tahlili destekler niteliktedir. Atatürk’ de aynı fikri beslemekte, Türkiye cumhuriyetinin sonsuza kadar yaşayacağından emindir.

O zaman vecd ile bin secde eder- varsa- taşım,

Bu mısrada şair kendini anlatıyor. Eğer uç, farklı bir bakış açısıyla bakarsak bu mısra ve kıtayı yorumlayabiliriz. Şair önceki kıtalarda Türk milleti ve devletinin bağımsızlığını kaybetmesi, işgale uğraması tehlikesinden sıkça söz ediyor. Bu tehlikeye şiir boyunca değiniliyor. O kişiye uyarılar, hatırlatmalar yapılıyor o kişiye sesleniliyor. Şair sekizinci kıtada o kişiden bir istekte, dilekte bulunuyordu. Mısranın başında ‘O zaman’ ifadesi kullanılıyor, bu ifadeyle, şairin sekizinci kıtadaki dileği, isteği gerçekleşince yani bağımsızlık korununca demek isteniliyor. Demek ki şairin isteği o kişi tarafından yerine getirilecek, şairin dileği karşılık bulacak. Mısranın devamında ilahi aşk, şiddetli dini heyecanla secde eden bir nesneden ya da nesnelerden söz ediliyor. Belki de bu mısrada belirtilen anlam: şair vefat etmiş olmasına rağmen şairin amel defteri kapanmamış, şairin ruhu ibadete, Allaha yakarışa devam ediyor, ya da şairin mezar taşı şair adına Allah’a secde ediyor, ya da ülkemizde yaşayan, Hak’ka tapan halkımız, milletimiz bu mısrada dile getiriliyor, mısranın genelinde belki de şairin o an yaşadığı ilahi aşk, heyecan anlatılmaya çalışılıyor. Şair bu mısrada kabirdeki halinden, ölümünden sonraki bir zamandan söz ediyor. Mısranın düzyazıyla açılımını yaparsak ‘Eğer benim, senden istediğim, dileğim gerçekleşirse, gerçekleştiği zaman’ şeklinde özetleyebiliriz.

Her cerihamdan, ilahi, boşanıp kanlı yaşım,

Şair, şiir boyunca ikazlarda bulunmuş, değişik konulardan söz etmiş, o kişiye seslenmişti. Şair bu mısrada kendi adına konuşuyor, kendisinden söz ediyor, bu mısrada şair yine ölümünden sonraki bir olaya değiniyor, kabirdeki hayatından bahsediyor. Önceki mısradan ve bu mısradan anladığımız kadarıyla şairin sekizinci kıtadaki dileği yerine geliyor, bağımsızlık korunuyor. Şair, bağımsızlığın korunmasından büyük mutluluk duyuyor ve kabirde yatarken her yanından, gözlerinden ilahi bir duyguyla yaşlar akıyor, sevinç gözyaşları döküyor, terliyor bu yaşlar kanlı olarak niteleniyor yani bu dökülen gözyaşları kutsanıyor, dökülen gözyaşlarının sıradan gözyaşı olmadığı belirtiliyor. ‘Her cerihamdan’ ifadesiyle kanımca, her yanımdan anlamı veriliyor. Dökülen gözyaşları ve akan terler ‘ilahi, kanlı’ olarak sıfatlandırılıyor. Mısrayı düzyazıya çevirirsek ‘Vücudumun her yerinden, gözlerimden, derilerimden, kanlı, ilahi yaşlar boşanacak, akacak’ şeklinde bu mısrayı düzyazıyla açabilir, bu mısranın açılımını yapabiliriz. Demek ki şairin o kişiden isteği, dileği çok önemli ki bu dilek gerçekleşince, şair kabrinde gözyaşı döküyor. Bu vatanın bağımsızlığı kolay kazanılmamış, vatanın bağımsızlığı için, binlerce on binlerce şehit kanı dökülmüş, can verilmiştir. Vatanın bağımsızlığının korunması bu yüzden, şaire göre çok önemlidir, bağımsızlık için ağır bedeller ödenmiştir. Şair bu mısrada, kendisinin diriliş anına ve dirilişin şekline değiniyor.

Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na’şım;

Bu mısra önceki iki mısranın devamıdır. Olaylar dizisi bu mısrayla devam etmektedir. Şair bu mısrada yine kendi adına konuşuyor. Bu kıta ve mısrayı genel kabulün aksi yönünde tahlil edeceğim. Şair bu mısrada bana göre gerçek anlamda bir dirilişten. Kabirden kalkıştan söz ediyor. Dirilişin şekli fışkırmak, ruh-i mücerred gibi fışkırmak şeklinde ifade ediliyor. ‘ruh-i mücerred’ den kasıt ise, hapsedilmiş bir kişinin özgürlüğüne kavuşması gibi ya da şiirde sözü edilen kişinin asıl kimliğini keşfetmesiyle kabuğunu kırması gibi anlamları verilebilir. Mısrada açık açık ‘naaş’ kelimesi kullanılmış, mısrada geçmiştir. Mısrada ‘fışkırmak’ ifadesiyle anlatım güçlendirilmiş, dirilmek kelimesinin yerine ‘fışkırmak’ kelimesi kullanılmış hem mısranın gerçek anlamı gizlenmiş, hem de anlatım renklendirilmiştir. Mısrayı düzyazıya çevirir açılımını yaparsak ‘Dirilir hapsedilmiş ruh gibi kabirden cesedim, ya da dirilir büyük ruh gibi mezardan cesedim’ şeklinde açılımını yapabiliriz. Şairin dileği yerine gelmiş ve şair dirilmiştir. Bu mısranın ve kıtanın anlamını destekleyecek bilgileri şiirin tüm tahlilinin sonunda vermeye çalışacağım.

O zaman yükselerek arşa değer belki başım.

Şair bu mısrada yine kendi adına konuşuyor. Şiir boyunca şair, vatanın ve milletin bağımsızlığından ve bağımsızlığın tehlikeye girebileceğinden, ülkenin işgal edilebileceği ihtimalinden söz ediyor, şiirde sözü edilen kişiye bazı uyarılarda bulunuyordu. Sekizinci kıtada şair o kişiden bir dilekte bulunuyordu. Şairin bu dileği bu kıtaya göre gerçekleşiyor. Şairin sözünü ettiği tehlikeler gerçekleşmemiş, bu kıtada ve mısrada bu durum vurgulanıyor. Bu mısrada şair memnuniyetini ifade ediyor, öyle bir memnuniyet öyle bir mutluluk ki mecazi ifadeyle şairin başı arşa yani göğün en yüksek katına değiyor. Yani bu mutluluğun, ve memnuniyetin nedeni, Türk vatanı bir işgale uğramamıştır diğer nedeni de şair kabrinden diriltilerek hayata dönüyor ve şairin manevi yönden yüksek bir makamda olduğunu maddi manevi alem görüyor, şair bu şerefle şereflendiğini bu dereceyi kazandığını bizzat kendisi görüyor, bunu yaşıyor.

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!

Şair bu mısrada kuva-i milliye şehitleri, vatanımızın, milletimizin bağımsızlığı, özgürlüğü için kan dökmüş, canını feda etmiş bütün şehitler adına konuşuyor.Şehitler burada bağımsızlığımızın sembolü bayrağa sesleniyorlar. Dikkat edilirse şiirin ikinci kıtası birinci mısrasında ‘nazlı hilal’ ifadesi kullanılırken, bu mısrada ‘şanlı hilal’ ifadesi kullanılıyor. Bu da bize gösteriyor ki ‘hilal’ kelimeleri şiirin ikinci kıtası birinci mısrasında ve son kıta birinci mısrasında farklı anlamlarda kullanılmışlardır. Benim görüşüm tahminim bu doğrultudadır. Şiir boyunca, baştan sona yaptığım tahlil de bu görüşümü doğrular, destekler niteliktedir. Ayrıca bayrağımızda hilal ay sembolü mevcuttur, bu da gösteriyor ki mısrada ki ‘hilal’ kelimesinden kasıt bayrağımızdır, bayrağın bir parçasından hilalden söz edilerek bayrak vurgulanıyor, kastediliyor. Bu mısrada bağımsızlığımızın sembolü bayrağımızın gökte, rüzgârlı bir havada dalgalanışı şafakların dalgalanışına benzetilmektedir. Şafakların dalgalanışından kasıt ise belki de esen rüzgâr kastedilmekte belki her gün sürekli gerçekleşen şafak vakti kastedilmekte, bayrağın gökte özgürce dalgalanışının sürekliliği ve güzelliği bu durumlarla ilişkilendirilmektedir. Şafak vakti günün en güzel vakitlerindendir ve her gün tekrarlanır, süreklilik arz eder. Bayrağımızın dalgalanışının sürekliliği yani bağımsızlığımızın sürekliliği şafak vaktinin sürekliliğine, güzelliğine benzetilmektedir. Mısraya göre bağımsızlığımızın korunması şehitlerimizi memnun, mutlu etmiştir. Tıpkı dokuzuncu kıtada belirtilen gerçek anlamıyla diriliş bu mısra ve kıtada şehitler için de söz konusudur.

Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.

Şair bu mısrada yine kuva-i milliye şehitleri adına konuşuyor. Şiir boyunca vatanın bağımsızlığına vurgu yapılıyordu. Şiirin İkinci kıtası üçüncü mısrasında ise:

‘Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal…’

denilerek, şiirde sözü edilen kişiye kuva-i milliye şehitleri adına sesleniliyor eğer bağımsızlık kaybedilirse dökülen kanların o kişiye helal edilmeyeceği vurgulanıyordu. Bağımsızlık korunduğu için ve şiirde sözü edilen kişi bağımsızlığın korunması yönünde çaba sarf ettiği için dökülen şehit kanları şehitler tarafından şiirde sözü edilen şahsa bu son kıta ikinci mısrada helal ediliyor. Son kıta ikinci mısrada ifade edilen şehitlerin memnuniyeti, şairin yazdığı bu şiir aracılığıyla dile getiriliyor. Şiirde sözü edilen şahsa dökülen kanlar helal edilirken aynı zamanda bağımsızlığın korunması yönünde çaba sarf etmiş Türk halkı ve Türk askerine de dökülen kanlar helal ediliyor, aslında bu mısra Türk milletine de şiirde sözü edilen şahsa da iki özneye birden sesleniyor. Şiirin ikinci kıta üçüncü mısrasında dökülen kanların o kişiye helal edilmesi bağımsızlığın korunması şartına bağlanırken diğer taraftan dökülen kanlar bağımsızlık hakkıyla korunduğu için şiirin son kıtası ikinci mısrasında Türk milletine ve o kişiye helal ediliyor ve şehitler diriliş anında bağımsız bir ülkeyi, düşman işgaline uğramamış bir ülkeyi karşılarında buluyorlar bu durumdan mutluluk duyuyorlar. Dökülen şehit kanları verilen canlar boşa gitmemiş amacına ulaşmıştır. Amaç bağımsız, özgür ve kıyamete kadar yaşayacak Türkiye cumhuriyetiydi ve bu amaç son kıta birinci ve ikinci mısraya bakarsak gerçekleşmiş oldu.

Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:

Şair kuva-i milliye şehitleri adına konuşmaya, seslenmeye devam ediyor. Şehitler Türkiye cumhuriyeti bağımsızlığının işareti, sembolü olan bayrağa sesleniyor hitap ediyorlar. Bayrağa hitap ederlerken aslında Türk milletine hitap ediyorlar. ‘Ebediyen’ ifadesiyle sonsuza kadar, ilelebet, kıyamete kadar demek isteniliyor. Mısranın birinci kısmında ebediyen Türk bayrağının sönmeyeceği, gönderlerden inmeyeceği, ‘Ebediyen sana yok izmihlal’ ifadesiyle vurgulanıyor. Kıtanın ilk mısrasında bayrağımızdan söz edildiğini ve mısraların bir anlam bütünlüğü ve akışı sergilemesi gerektiğini düşünürsek son kıta üçüncü mısrada yani bu mısrada da bayraktan söz edildiğini anlarız. Şiirin tüm tahlilinden ve şiirin bütününden hareket edersek bu sonuca varabiliriz. Türkiye cumhuriyetinin ilelebet, kıyamete kadar bağımsız olarak yaşayacağını, kalacağını şair son kıta ve bu mısrada bize müjdeliyor. Aslında şiirin ilk mısrasında ve sonraki kimi kıta ve mısralarda da bu gerçek belirtiliyor. Mısranın ikinci bölümünde de ‘Ebediyen ırkıma yok izmihlal’ ifadesiyle Türk milleti ve devletinin ilelebet, kıyamete kadar, yıkılış yok oluş görmeyeceği, bağımsız olarak kalacağı, yaşayacağı, işgal görmeyeceği vurgulanıyor. Bu mısradaki ‘ırk’ kelimesinden kasıt şiirin ikinci kıta ikinci mısrasının tahlilinde belirttiğimiz gibi millet, halk, ulus kelimelerinin anlamlarıdır. Mısrayı düzyazıya çevirir açılımını yaparsak ‘Sonsuza kadar bayrağımız sönmeyecek, ülkemiz işgal görmeyecek’ ‘Ebediyen bayrağıma yok, miletime yok yok oluş’ şeklinde açılımı yapabilir, mısrayı özetleyebiliriz.

Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;

Şair bu mısrada yine kuva-i milliye şehitleri adına konuşuyor, şehitlere sözcülük yapıyor. Bu mısrada Türkiye cumhuriyeti bağımsızlığının sembolü olan bayrak dile getirilmektedir. Mısranın bütününe baktığımızda, bayrağın cumhuriyet tarihi boyunca hür yaşadığı yani Türk milletinin hür yaşadığı vurgulanmaktadır. Gerçekten de mısrada belirtildiği gibi ülkemiz cumhuriyet tarihi boyunca işgal edilmemiş, edilememiştir. Cumhuriyet tarihi boyunca, kimi zaman, kimi komşu devletler ve kimi batılı devletlerin doğrudan ya da dolaylı tehditlerine maruz kalındıysa da 80 küsur yıldır bağımsızlık ve barış korunmuş, ikinci cihan harbinde bile bu korkunç savaştan uzak durularak ülkemiz bağımsızlığını ve barış halini muhafaza etmeyi başarmıştır. Mısrada aslında derin manalar bulmak mümkündür. Kurtuluş harbi öncesinde bağımsızlık yitirilmiş, ağır esaret anlaşmaları Osmanlı hükümeti tarafından kabul edilmiş, anayurdumuz düşman kuvvetleri tarafından tamamen olmasa da büyük oranda işgal edilmiş bu işgal bağımsızlık harbi sayesinde durdurulabilmiş, bayrağımız bağımsızlık harbi sayesinde hürriyetini kazanabilmiş, özgürlük harbinden 21.yüzyıl başlarına kadar bayrağımız hür yaşamıştır, yani milletimiz, ülkemiz hür yaşamıştır. Bu özgürlük kan dökülerek, can verilerek kazanılabilmiş, bu özgürlük hak edilmiştir. Mısrayı düz yazıya çevirir, açılımını yaparsak ‘Bayrağım özgür yaşamıştır, özgürlük bayrağımın hakkıdır’ şeklinde düzyazıyla ifade edebilir açılımını yapabiliriz.

Hakkıdır, Hak’ka tapan milletimin istiklal!

Bu son mısra şiirin ikinci kıtası son mısrasıyla tıpatıp aynıdır, benzer bir anlam içermektedir fakat bu mısra şiirde iki kez tekrarlandığı için verdiği, vermeye çalıştığı mesaj daha çok vurgulanarak dikkatler mısranın içerdiği anlama daha çok çekilmeye çalışılmış ayrıca bu mısra, son kıta son mısrada kullanılarak şiirle, şiirin ikinci kıtasıyla ve bu son kıtayla bir anlam bütünlüğü sağlanmıştır. Bu mısra farklı kıtalarda benzer anlamla benzer mesajı vermiştir. Bu son kıta son mısranın tahlilinde şiirin ikinci kıtası son mısrasında yapılan tahlilden faydalanacağım, o tahlili bu son kıtanın son mısrasında benzer şekliyle tekrarlayacağım çünkü mısra aynı mısra anlam benzerdir:

Bu mısrada bağımsızlığın Türk milletinin hakkı olduğu bunun milletçe kazanıldığı ve korunduğu tekrar hatırlatılmaktadır. Yine şehitler adına konuşulmakta bağımsızlık önemle vurgulanmaktadır. Bilindiği gibi cumhuriyet tarihi boyunca bağımsızlık önemle korunmuş güneydoğu bölgemizde, Kıbrıs’ta ve dünyanın değişik bölgelerinde Türk askeri görev yapmış, binlerce on binlerce şehit verilmiştir. Kurtuluş harbi ve onun öncesindeki ön harplerde de binlerce on binlerce can, şehit verilerek bağımsızlık kazanılabilmiştir. Bu yüzden bağımsızlık Türk milleti tarafından hak edilmiştir, bağımsızlık Türk milletinin hakkıdır. ‘istiklal’ kelimesi burada bağımsızlık anlamında kullanılmıştır. ‘Hakk’a tapan’ ifadesiyle Türk milletinin mensup olduğu din İslam dini kastedilmiştir. Gerçektende yaklaşık bin yıldır Anadolu topraklarında İslam dini yaşanmaktadır. Günümüzde Türk halkının %’de 98’e yakını islama mensuptur. Fakat ibadet ve dini yükümlülükler, namaz kılma gibi genellikle tam manasıyla yerine getirilememekte fakat Türk milletinin geneli İslam inancını, Allah inancını taşımaktadır. Değişik mezhepler ülke genelinde söz konusudur fakat buna rağmen mısrada ortak inanç vurgulanmıştır. Şiirin finali bu son kıta ve son mısrayla bana göre en güzel şekilde yapılmıştır. Şiir boyunca dile getirilen bağımsızlığın kaybedilmesi tehlikesi gerçekleşmemiş ve mutlu sona ulaşılmıştır.

SON İKİ KITANIN TAHLİLLERİ HAKKINDA

Dokuzuncu kıtanın tahlilinde, tahlilimi destekleyecek bilgileri tüm tahlilin sonunda vereceğimi belirtmiştim. Genel kanının ve kabulun aksine şiirin son iki kıtasınında gerçek anlamda bir dirilişten söz edildiği kanısındayım. Ama diyeceksiniz ki ‘Bu imkânsız bir şey, böyle bir şey olamaz, böyle bir diriliş ancak kıyamet günü olabilir.’ Bu inanışı, kanıyı şimdi vereceğim bilgilerle, örneklerle yıkmaya çalışacağım.

YÜZYIL SONRA DİRİLTİLEN ADAM
Bu örneklerden biri, Bakara Suresi'nde anlatılan "yüz yıl ölü kaldığı" belirtilen bir kimsenin hayatına ilişkindir:
Ya da altı üstüne gelmiş ıssız duran bir şehre uğrayan gibisini (görmedin mi?) Demişti ki: "Allah burasını ölümünden sonra nasıl diriltecekmiş?" Bunun üzerine Allah onu yüz yıl ölü bıraktı sonra onu diriltti. (Ve ona) Dedi ki: "Ne kadar kaldın?" O: "Bir gün veya bir günden az kaldım" dedi. (Allah ona:) "Hayır yüz yıl kaldın böyleyken yiyeceğine ve içeceğine bak henüz bozulmamış; eşeğine de bir bak; (bunu yapmamız) seni insanlara ibret-belgesi kılmamız içindir. Kemiklere de bir bak nasıl bir araya getiriyoruz sonra da onlara et giydiriyoruz?" dedi. O kendisine (bunlar) apaçık belli olduktan sonra dedi ki: "(Artık şimdi) Biliyorum ki gerçekten Allah her şeye güç yetirendir. (Bakara Suresi, 259)
Yukarıda verdiğimiz ayette tam bir ölüm (mevt) söz konusudur. Dolayısıyla kesin olarak ölen bir insanın bile Allah'ın dilemesiyle bu dünyada tekrar diriltildiği Kuran'da bildirilen bir gerçektir. Kuran'da buna benzer başka olaylardan da örnekler verilmektedir. (www.harunyahya.org)


KEHF EHLİ'NİN YILLAR SONRA UYANDIRILMALARI
Konuya işaret eden diğer bir örnek ise Kehf Suresi'ndeki "Ashab-ı Kehf" kıssasındadır.
Allah'ın, yaşadıkları dönemin din karşıtı hükümdarının zulmünden korunmak için mağaraya sığınan bir grup gençten bahsettiği bu kıssada, onların uzun yıllar uyuduktan sonra tekrar uyandırıldıkları anlatılmaktadır. Ayetler şöyledir:
O gençler mağaraya sığındıkları zaman demişlerdi ki: "Rabbimiz katından bize bir rahmet ver ve işimizden bize doğruyu kolaylaştır (bizi başarılı kıl). Böylelikle mağarada yıllar yılı onların kulaklarına vurduk (derin bir uyku verdik). (Kehf Suresi, 10–11)
Sen onları uyanık sanırsın oysa onlar (derin bir uykuda) uyuşmuşlardır. Biz onları sağ yana ve sol yana çeviriyorduk. Köpekleri de iki kolunu uzatmış yatıyordu. Onları görmüş olsaydın geri dönüp onlardan kaçardın onlardan içini korku kaplardı. Böylece, aralarında bir sorgulama yapsınlar diye onları dirilttik (uyandırdık). İçlerinden bir sözcü dedi ki: "Ne kadar kaldınız?" Dediler ki: "Bir gün veya günün bir (kaç saatlik) kısmı kadar kaldık." Dediler ki: "Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir; şimdi birinizi bu paranızla şehre gönderin de, hangi yiyecek temizse baksın, size ondan bir rızık getirsin; ancak oldukça nazik davransın ve sakın sizi kimseye sezdirmesin." (Kehf Suresi, 18–19)
Kuran'da gençlerin mağarada kaç yıl kaldıkları tam olarak bildirilmez. Bunun için yıllar yılı tabiri kullanılır ki sürenin çok kısa olmadığı buradan anlaşılmaktadır. Ayrıca kalış süresiyle ilgili insanların tahmini de oldukça uzun bir süre olan 309 yıldır:
Onlar mağaralarında üç yüz yıl kaldılar ve dokuz (yıl) daha kattılar. De ki: "Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gaybı O'nundur. O, ne güzel görmekte ve ne güzel işitmektedir. O'nun dışında onların bir velisi yoktur. Kendi hükmünde hiç kimseyi ortak kılmaz." (Kehf Suresi, 25–26)
Elbette burada önemli olan sürenin kısa veya uzun olması değildir. Üzerinde durduğumuz konu Allah'ın bazı insanları dünyadaki bildiğimiz hayattan, uyutmak veya canlarını almak suretiyle uzaklaştırdıktan sonra onları tekrar canlandırmasıdır. Tıpkı uykudan uyanan insanlar gibi kişileri tekrar hayata döndürmesidir. Hz. İsa da bu insanlardan biridir ve zamanı geldiğinde tekrar dünya üzerinde yaşayacak, görevini yaptıktan sonra "Dedi ki: "Orada (dünyada) yaşayacak, orada ölecek ve oradan çıkarılacaksınız." (Araf Suresi, 25) ayetinin hükmü gereği her insan gibi dünyada ölecektir.’
(www.harunyahya.org)

ŞİİRDE SÖZÜ EDİLEN ŞAHIS KİMDİR?

Şiirde sözü edilen şahıs Hz. Mehdi (a.s)’dir. Bu fikir benim görüşümdür. Hz.Mehdi (a.s) 1980 yılı başlarında hayata gelmiş Türkiye’de doğmuştur.Benim fikrime göre halen Türkiye’de yaşamaktadır. O aynı zamanda dabbetül arzdır. Kıyametin ilk büyük alameti sayılan Dabbe-tül arz’ın zuhuru hicri 1400 miladi 1980 yılında gerçekleşmiş fakat bu olay Türk ve dünya kamuoyundan gizlenmiştir. Konuyla ilgili Kuran ayetinin meali şöyledir:

‘O söz, başlarına geldiği zaman, onlara yerden bir Dabbe çıkarırız; o da, insanların bizim ayetlerimize kesin bir bilgiyle inanmadıklarını onlara söyler.’
(Neml Suresi, 82)

Bu ayette işaret edildiği gibi kıyamete yakın arzdan bir dabbe çıkartılacak yani bir canlı yaratılacak ve bu canlı insanlara karşı bazı sözler söyleyecektir. Eğer dabbe-tül arz Hz. Mehdi ise ki araştırmalarıma göre odur, Hz. Mehdi’nin doğum tarihi 1980 ise Dabbe-tül arzın zuhuruda 1980 yılına denk gelmelidir çünkü Hz.Mehdi ve dabbetül arz aynı kişiler,öznelerdir. Bana göre bu dabbe yeni doğmuş bir bebek olmalıdır. Ama bu bebek sıradan bir bebek değildir. Bu bebek konuşma yeteneğine sahiptir ve doğuştan getirdiği bir hafızaya sahiptir. Öyle bir hafıza ki herkesin amel defterini sayıp dökmekte kimin cennetlik kimin cehennemlik olduğunu söylemekte yani çevresindeki insanları mühürlemektedir. Bir yandan da insanlara karşı konulamaz emirler vermektedir. Bütün bunlar 1980 yılında gerçekleşmiş 1980 yılı sıralarında gerçekleşebilecek bir komünist ihtilali MİT ve TSK yetkililerinin Dabbe-tül arz’dan aldıkları bilgiler sonucunda MİT. , TSK. ve 12 eylül cunta yönetimi tarafından komünist devrim engellenmiştir. Hatta bir Amerikan CİA ajanı konuyla ilgili ‘Bizim çocuklar başardi’ diyerek 1980 yılında 12 eylül 1980 darbesinden sonra dönemin Amerikan başkanına haber geçmiştir. ‘bizim çocuklar başardi’dan kasıt ise doğumlarından itibaren konuşmaya başlayan mucize çocuklar Dabbe-tül arz ve kardeşleridir.Dabbe-tül arz’ın yani Hz.Mehdi’nin kardeşleri ise Hz.İsa ve Hz.Musa’dır.Şu an hayattadırlar yani reenkarnasyon yoluyla hayata gelmişlerdir.Hz.İsa şu an Türkiye’de yaşamakta fakat zuhur vakti gelene kadar gizlenecektir.Hz.İsa’nın doğum tarihi 1978'dir.Hz.Musa’nın doğum tarihi 1981’dir.Bediüzzaman’ın açıklamalarına göre Hz. Mehdi hicri 1432 miladi 2010–11 yılında zuhur edecekdir.Kesin zuhur tarihi hesaplamalarıma, araştırmalarıma göre 21 aralık 2010’dur.Hz.Mehdinin zuhuru meleklerin, veli ve şehitlerin yardımlarıyla gerçekleşecektir. Hesaplamalarıma, araştırmalarıma ve tahminlerime göre tam zuhur tarihi 21 Aralık 2010’dur.Hz.Mehdi 1997 yılının temmuz ayında, İzmirde, Kanal6 televizyonunda, Cevizkabuğu programında, ilaçlanarak, hipnozlanarak, komplo düzenlenilerek konuşturulmuş, 70 milyon Türk'e 6 milyar insana rezil rüsvay edilmiştir.Fakat Hz.Mehdi'ye düzenlenen komplo ters tepmiş, Duhan suresinin 14.ayeti ( 14.Sonra, ondan yüz çevirdiler ve dediler ki: "(Bu,) Öğretilmiştir, bir delidir.") komplonun sonunda gerçeğe dönüşmüş, ayetteki gibi komplocular ve izleyiciler Hz.Mehdi'den yüz çevirdiler ve Hz.Mehdi'ye "(Bu,) Öğretilmiştir, bir delidir." dediler.Cevizkabuğu programının ve komplonun organizatörlerinden biri program sunucusu Hulki Cevizoğlu'ydu. Hz.Mehdi'ye komplo düzenleyen Program konukları Yaşar Nuri Öztürk, Hüseyin Atay, Hüseyin Hatemi, Ayhan Songar'dı. Komployu Türkiye derin devleti organize etmiştir. Komployu düzenleyenler arasında Hz.mehdi'nin hemşehrileri'de vardı. Hz.Mehdi daha henüz bir bebek, çocukken anne-babasının, yakınlarının akılalmaz işkencelerine maruz kalmıştır.Hayatı boyunca haksızlığa maruz kalmıştır. Hayatı boyunca sıkıntı, sefalet içinde bir hayat yaşamıştır ve halen yaşamaktadır. Herkes Hz.Mehdi gelecek bizi kurtaracak diye beklerken, Hz.Mehdi kendisini kurtaracak bir kurtarıcı beklemekte kendisine eziyet veren herkese ve herşeye sövmektedir. Sanıldığının aksine Hz.Mehdi şu an dindar bir hayat sürdürmemektedir. Geçmişte günahlar işlemiştir ve halen işlemeye devam etmektedir.Kıyametin diğer iki büyük alameti Hz.İsa'nın zuhuru, Hz.Mehdi'nin zuhuru 21 aralık 2010 tarihinde gerçekleşecektir. Kıyametin ilk büyük alameti Dabbe-tül arzın zuhuru 15-16 mayıs 1980 yılında gerçekleşmişti.

Ahirzamana, kıyamet alametlerine ve Hz. Mehdi’ye işaret eden bazı ayetleri Kuran’da bulmak mümkündür. Ayrıca kimi İslam âlimlerinin eserlerinde de ahir zaman ve Hz. Mehdi konusu işlenmiştir. Hadisi şeriflerde de bu konulara geniş bir şekilde değinilmiştir. Bediüzzamanın yazdığı Risale-i nur külliyatında da bu konu işlenmiş, Bediüzzaman Hz. Mehdinin zuhur tarihi olarak 2010–11 yılını vermiştir. Ahir zaman ve Hz. Mehdi ile ilgili konulara internet arama motoru (Google)’ den ve www.ahirzaman.net sitesinden de ulaşabilirsiniz.

İNANAMAYACAKSINIZ FAKAT 21 Aralık 2010 VE SONRASINDA TÜRKİYEDE SOSYALİST BİR DEVRİM GERÇEKLEŞECEK

21 Aralık 2010 tarihi ve sonrasında, önce Müslüman ülkelerde ve daha sonra bütün dünyada gerçekleşecek özgün sosyalist devrim hakkındaki Nazım Hikmet’in şiiri aşağıdadır.Bana göre Vasiyet isimli şiir 21 aralık 2010 ve sonrasında gerçekleşecek olaylarla ilgilidir.Şiirde, Türkiye’de kesin olarak sosyalist bir devrimin (ateist olmayan) gerçekleşeceği vurgulanıyor.Nazım Hikmet, Türkiye’de kesin olarak sosyalist bir devrimin gerçekleşeceğini nereden ve nasıl bilmektedir? SSCB’de bile sosyalizmin yıkılmayacağı kuşkulu iken, Nazım Hikmet Türkiye’de sosyalist bir devrimin gerçekleşeceğinden nasıl emin olabilmektedir? Nazım Hikmet ölümünden sonra cenazesinin Türkiye’ye götürülemeyeceğini,cenazesinin Türkiye’de defnedilemeyeceğini ve ancak bir sosyalist devrim olursa kabrinin Türkiye’ye taşınabileceğini nasıl ve nereden bilmektedir? bu durumdan nasıl emin olabilmektedir? Nazım Hikmet 21 aralık 2010 ve sonrasında gerçekleşecek olaylardan haberdarmıydı? Nazım Hikmet aslında bir ateist değilmiydi? Şiiri dikkatle okursanız şiirde normal olmayan şeyler sezebilirsiniz.2004 sonu ve 2005 başlarında bir AKP milletvekili bu şiiri Nazım Hikmet’in mezarı başında gülümseyerek, şaşırarak ve heyecanlı bir şekilde okumuştu. AKP milletvekilinin bu davranışı, Vasiyet şiirinin anlamı hakkında kuşkularımı daha da arttırdı.AKP milletvekilinin tahminen 2004 sonu ve 2005 başındaki bu davranışının, İstiklal Marşının gerçekleştiği 2004 kasım ayı sonu ve aralık ayı başlarının bitişiğine denk gelmesi kuşkularımı arttırıyor. Tahminimce 2004 sonu ve 2005 başlarında vasiyet şiirini Nazım Hikmet’in mezarı başında gülümseyerek, şaşkın ve heyecanlı bir şekilde okuyan AKP milletvekili bu şiirin anlamını biliyormuydu?

VASİYET

Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü,
ölürsem kurtuluştan önce yani,
alıp götürün
Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni.

Hasan beyin vurdurduğu
ırgat Osman yatsın bir yanımda
ve çavdarın dibinde toprağa çocuklayıp
kırkı çıkmadan ölen şehit Ayşe öbür yanımda.

Traktörlerle türküler geçsin altbaşından mezarlığın,
seher aydınlığında taze insan, yanık benzin kokusu,
tarlalar orta malı, kanallarda su,
ne kuraklık, ne candarma korkusu.

Biz bu türküleri elbette işitecek değiliz,
toprağın altında yatar upuzun,
çürür kara dallar gibi ölüler,
toprağın altında sağır, kör, dilsiz.

Ama bu türküleri söylemişim ben
daha onlar düzülmeden,
duymuşum yanık benzin kokusunu
traktörlerin resmi bile çizilmeden.

Benim sessiz komşulara gelince,
şehit Ayşe'yle ırgat Osman
çektiler büyük hasreti sağlıklarında
belki de farkında bile olmadan.

Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani,
- öyle gibi de görünüyor -
Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni
ve de uyarına gelirse,
tepemde bir de çınar olursa
taş maş da istemez hani...

Nazım Hikmet
1953, 27 Nisan
Barviha Sanatoryumu
Konuyla ilgili Arif Bilgin’in yazısına bir göz atalım.

MEĞER MEHDİ ARAMIZDAYMIŞ VEYA “5,5 YIL SONRA ŞERİAT DEVLETİ” Mİ?

31.05.2005

ARİF BİLGİN

İnanınız, şaşırıp kaldım. Meğer ‘ikinci Mehdi’ ile çağdaşmışız, aramızda yaşıyormuş. ‘Altın Çağ’ denilecek kadar güzel bir devir, barışın, bolluğun bereketin; rahatın ve huzurun hâkim olduğu bir devir önümüzdeki 15–20 yıl içinde yeryüzünü kaplayacakmış. Üstelik ‘tüm âlem-i İslam’ı birleştirecek şeriat devleti’ de –sadece- 5,5 yıl sonra kurulacakmış…

Tabi, bunların başka anlamları da var: Hz. İsa’yı birçoğumuz göreceğiz
demektir. Göreceğiz, ama fazla da onunla birlikte olma fırsatını yakalayamayacağız; zira Hz. İsa’nın gelişi demek, yaklaşık 40 sene sonra kesinlikle kıyametin kopması demektir…

Hem de kimler söylüyor, bir bilseniz kimler!

Tüm bunları nereden mi çıkarıyorum; okuyalım da görelim. Önce Sabah İnternet’e bir göz atalım:
“Fransız kâhin (Nostradamus) "Mehdi 2016 ile 2020 arasında Asya'da çıkacak" diyor.
Nostradamus, Ortadoğu kökenli bir Mehdi'nin Asya'da belireceğini ve onun gelişiyle, Dünya'nın 2016–2020 yılları arasında Altın Çağ'a gireceğini söylüyor.
“Bu nedenle Velch ve diğer şifreciler de bu satırı "Ortadoğu kökenli Mehdi, Asya'da belirecek" diye özetliyor. Peki, Mehdi ne zaman gelecek? Şifre çözücüler, bu tarihi "Altın Çağ" olarak yorumluyor. Peter Lorie, savaşların ardından insanoğlunun güzellik ve barışla tanışacağı bu çağın başlangıç tarihini dahi veriyor: 2016–2020.”
(Nostradamus’a göre Mehdi’nin zuhurunun tarihi ne zamanmış; 2016 ile 2020 arası.)
Yine Sabah’ın ”Maya Kehanetleri”nde Mayaların kriptoyu andıran tabletlerine dayanılarak, “ 22 Aralık 2012 tarihi dünya için çok önemli. “ vurgusu yapılmış ve “2012 yılı insanlığın yükselişinin başlangıcı olacak, bu dönemde içinde yaşadığımız çağ sona ererek yeni bir çağ başlayacak.” denmiş.
(Mayaların tabletlerindeki tarihi de tekrarlayalım: 2012)
İlgimi çok çeken ve hatta beni bu yazıyı yazmaya zorlayan birbirlerine çok yakın iki tarihi, Vakit’te son birkaç yazısını Mehdi’ye ve Mehdi(lerin) ne zaman geleceğine tahsis eden Mustafa Kaplan’ın (2011–2012) da hesapladığını görmem ve niye yalan söyleyeyim; Dünyanın üç ayrı noktasında ve üç ayrı devirde yaşayan insanların aynı olay için aynı zamanlamayı yapmaları bana “Acaba doğruda isabet mi ettiler” diye düşündürmedi değil…
Şimdi de Sayın Kaplan’ın “Üç Ayrı Mehdi” yazısından yaptığım alıntıları birlikte okuyalım:
“… Birinci Mehdî, benim inancıma göre güneş gibi bellidir ve geçen asrın müceddidi olan Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri'dir.” (…) “Birinci Mehdî'nin yüz senelik ma'nevi vazifesi herhalde tamamlanmış olmalıdır." / “Nitekim "Birinci Mehdî" olan Bediüzzaman Hazretleri, geçen asrın başında yazdığı "Münâzarât" isimli eserinde, şer'î sisteme göre kurulacak ve bütün İslâm coğrafyasını birleştirecek olan devletin 2010–11 yıllarında ortaya çıkacağını haber veriyor.”
(İkinci mehdi’nin ortaya çıkacağı tarihi, birinci Mehdi ne zaman olarak vermiş, hatırlayalım: 2010–11)
“İkinci Mehdî ise; Âlem-i İslâmı zulümattan nura çıkaracak ve Âlem-i İslâm'ın ittihadını temin edecek, şeâir-i İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur'âniyeyi bütün Âlem-i İslâm'da tatbik edecek olan zâttır. Hz. İsa (as) bu ikinci Mehdî'nin hâkimiyetinin son zamanlarında nüzul edecektir. Bu Mehdî'nin hâkimiyeti ise takriben 45 senedir.”
“Üçüncü Mehdî ise Hz. İsa (as) ile birleşerek Âlem-i Nasrâniyeti de arkasına alarak, ahkâm-ı Kur'âniyeyi ve şeâir-i İslâmiyeyi bütün dünyaya hâkim edecektir. Bu zatın hâkimiyeti de takriben 40 senedir."
Sayın Kaplan, yazısını şöyle bitirmiş: “Kâinat patlasa, ben bunu bilir bunu söylerim. Zuhur vakti her geçen gün biraz daha yaklaşmaktadır. Hicri 1432 senesinde (Miladî, 2011-12’ye denk düşüyor. A.B.) Allah'ın izniyle Kudüs merkezli şer'i devlet kurulacak, 1400 senedir beklenen Hz. Mehdi (as) o zaman zuhûr ederek, hilâfetin başına geçecektir…”
Bir de buraya Sayın Kaplan’ın bir gün önce yazdığı “Mostra Domuz” başlıklı yazısını bitiriş cümlesini alalım: “Lorie, (Mehdi’nin) zuhur tarihini 2016'ya almakta yanılmış. Bizim on bir sene daha beklemeye tahammülümüz kalmadı arkadaş! Bu tahminin beş senesini bendeniz ıskartaya çıkarıyorum.”
(Biz de çıkaralım; 2016 – 5= 2011)
Çıkaralım ve bekleyelim 5,5 seneyi… Allah ömür verirse göz açıp kapayıncaya kadar geçecektir. Geçecektir de Sayın Kaplan, kendisiyle beraber tüm dünyanın, ya 5,5 yıl sonrasında, hadi 6,5; 7,5 veya 10 yılın sonrasında kimsecikler kapısını çalmazsa, o zaman ne yapacak? Sadece yanılmışım (ve tüm okuyucularımı yanıltmışım) mı diyecek; yoksa tüm okuduklarından, güvendiklerinden şüpheye mi düşecek?
Sayın Kaplan okursa bu yazıyı, “Ya dediğim gibi çıkarsa, o zaman sizler ne yapacaksınız” diye düşüneceğini zannediyorum; ama, ne desem ki!..

ARİF BİLGİN
arifbilgin@dsl.ttnet.net.tr

Konuyla ilgili ve 2010–11 yıllarıyla ve bu yıllarda gerçekleşecek olaylarla ilgili olabilecek diğer bir yazı ise şöyledir.

2012 SON MU BAŞLANGIÇ MI?

Mayalar 2012 için 'zamanların sonu' diyor. Ancak bu yok oluş anlamında değil fiziksel bir değişim. İnsanoğlu dört kez geriledi ve artık değişim zamanı. Mayalar'a göre; 2012 yılı insanlığın yükselişinin başlangıcı olacak.

Maya kehanetlerine göre 21 Aralık 2012 tarihi dünya için çok önemli. Çünkü bu dönemde içinde yaşadığımız çağ sona ererek yeni bir çağ başlayacak. Büyük bir tufanla gelecek olan bu yeniçağın ipuçlarını ise bilim adamlarına göre iklimsel değişimler sayesinde şimdiden gözlemleyebiliyoruz. "Beşinci kutupsal kayma" olarak adlandırılan bu değişimde daha önceki değişimlerde olduğu gibi yine kutupların manyetik alanının değişmesiyle meydana geleceğini söyleyen Sınır Ötesi Yayınları'nın Genel Yayın Yönetmeni Ergun Candan, dünyadaki iklimlerin değişimini de buna bağlıyor. Candan, "Kutuplar yer veya açı değiştirdiğinde kutuplarda buzlar eriyor. Kaldı ki, küresel ısınma sonucu şu anda Kuzey Kutbu'ndaki buzullar zaten erimeye başlamış durumda. Mayalar'a göre de daha önce yaşanan dört çağda tıpkı bu şekilde sona erdi" diyor.

* Peki, tüm bu bilgiler bilimsel olarak ortaya konup kanıtlandı mı? Dünyanın en az dört kez kutupsal kayma (kuzey ve güney kutbu) yaşadığı bilimsel verilerle kanıtlandı. En son Discovery kanalında dünyanın manyetik alanının belirli periyotlarla nasıl değiştiğini bilimsel çevreler açıkladı. Hatta bilgisayar ekranındaki üç boyutlu animasyonlarla gösterimi yapıldı. Şu anda dünyanın manyetik alanında muazzam bir değişim var. Bunun da en büyük nedeni güneşte meydana gelen değişimler. İlginç olan Mayalar bunu biliyordu. Konunun bir diğer yanı da Mayalar'ın bununla da yetinmeyip, gelecekte tüm insanlığı etkileyecek trajediyi bizlere şifreli bir şekilde duyurmuş olmalarıdır. Bu şifreye göre dünya için 2012 yılı çok önemli.

* Yani bu görüşe göre 2012 yılında dünya yok mu olacak? Mayalar 2012 için 'zamanların sonu' diyor. Fakat bu dünyanın top yekûn yok oluşu değil, bir fiziksel değişim. Daha önce yaşanan sanki tufan gibi düşünebiliriz. Bu fiziksel değişimlerle birlikte ruhsal değişimler de birbirleriyle orantılı devam ediyor. Her bir büyük fiziksel değişimlerle birlikte insanlık ruhsal değişimde yaşıyor. Şu ana kadar insanlar aşağıya inişi yaşadı. Birincisinde biraz daha kabalaştı, ikincisinde biraz daha, üçüncüsünde biraz daha... Dördüncünün sonunda tam anlamıyla bir dip yaptı. Bu yüzden 2012 yi Mayalar insanlığın yeniden yukarı çıkışın yaşanacağı bir çağ olarak tanımlıyor. Hatta çeşitli dinler bundan Altın Çağ, vaat edilen cennet veya Nirvana gibi bahseder. 2012'nin önemi burada. Aşağıya inen insanlık tekrar yukarı çıkacaktır. Bunun da ilk basamağı 2012'dir diyor Mayalar.

* 2012 yılında başlayacak olan bu yukarıya doğru çıkış ne kadar zamanda tamamlanacak? Bildiğimiz kadarıyla bu yukarı çıkış süreci başladı. Belki 2012 bir final olabilir. Bu bir süreç. Ancak tufanla kıyameti birbirine karıştırmamak lazım. Kıyamet ruhsal bir değişim, tufan ise fiziksel bir değişim demektir. Kıyamet hem tasavvufi hem de ezoterik (gizli öğreticilik) anlamda ayağa kalmak ve uyanmak demektir. Bu uyanıştan kastedilen ruhsal aydınlanmadır. Böylelikle dinsel metinlerin içindeki sembollerin anlamları da çözülebilecek ve dinsel metinlerde gizlenen gerçeklerle herkes yüz yüze gelebilecektir.

İKİ YILLIK HATA PAYI...

* 21 Aralık 2012tarihi konusunda hiç şüphe yok mu? Mayalar'ın yakın geleceğimize ilişkin kehanetleri tüm ezoterik bilgilerle örtüşmektedir. Bu nedenle FİLM GERÇEK Mİ OLACAK? Felaketi anlatan The Day After Tomorrow (Yarından Sonra) filmi gösterime girdiği günden beri çok konuşuluyor. Son zamanlardaki belirtiler de 'acaba mı' dedirtiyor. Verilen tarihin önemi çok büyüktür. Ancak bu tarihlemede iki yıllık bir hata payı bulunabileceği de göz ardı edilmemelidir. Bunun sebebi Maya Takvimi'nin bizim kullandığımız Gregoryen Takvimi'ne çevrilişinde MÖ 1'den MS 1'e geçilmiş olmasıdır. Aradaki 0 atlanmıştır. Yaptığı araştırmada Astrofizikçi Cotterel de bu konuya dikkatleri çekmiştir.Bunu dikkate alırsak 21 aralık 2012 tarihi değil 21 aralık 2010 tarihi asıl tarihtir.
* Bugüne kadar Mayalar'ın hangi kehanetleri yerini buldu? Şu anda bilimsel olarak ispat edilen dünyanın dört kez kutup değişimi geçirdiği, bugün bu durum ispatlanmış durumda. Günümüz insanları bunu yeni keşfetse de, Mayalar bunun farkındaydılar. Bu bile başlı başına önemli bir şey.

* Mayalar'la ilgili tüm bu bilgilere nasıl ulaşıldı? Bütün bunlar dünyaca ünlü astro fizikçi Coterelli'nin bilgilerini bir BBC muhabiri Adrian Gilbert'in derlemesi sonucunda dünya kamuoyuna duyurdu. En önemli buluş da eski maya kenti Palanque'deki Yazıt Tapınağı'nda buldukları mezar taşının kapağındaki şifreyi çözmeleriyle oldu.

* Şifre nasıl çözüldü? Simetriyle ilgili bilgileri çözerek çok önemli sonuçlara ulaştılar. Kapağın üzerindeki şerit motiflerini simetrik bir şekilde yan yana getirdiklerinde ortaya Jaguar ve bunun üzerinde de bir Yarasa sembolünün ortaya çıktığını gördüler. Mayalar'ın sakladıkları bu sembollerin bir anda belirmesi Cotterel'i şaşkına çevirmişti. Çünkü Mayalar'ın mitolojik yazıtlarında Jaguar beşinci yani bizim çağımızı, yarasa ise ölümü sembolize etmekteydi!... Kapağın üzerinde açık bir şekilde görülen "Güneş Haçı"nın üzerindeki ilikler
ise Güneş'in manyetik iliklerini temsil etmekteydi. Bu da Mayalar'ın gizli mesajıydı. Yaşanacak trajedinin sebebi Güneş'te meydana gelecek olan manyetik değişimlerdir!..

Kaynak: Sabah Gazetesi

HZ.MEHDİ’NİN KESİN ÇIKIŞ TARİHİ

Hz.Mehdi’nin kesin çıkış tarihini hesaplarken maya takvimindeki iki yıllık hata payını hesaplarsak 21 aralık 2012 yerine 21 aralık 2010 tarihine ulaşırız.İslam kaynaklarında Hz.Mehdi’nin aşure günü zuhur edeceği belirtilir,Bediüzzaman Hz.Mehdi’nin hicri 1432’de yani 2010-11’ de zuhur edeceğini söyler,bu iki bilgiyi birleştirdiğimizde 21 aralık 2010 tarihine ulaşırız.Bu da maya takviminde verilen tarihle günü günüyle örtüşmektedir, bu örtüşme bir tesadüf olamaz.Hz.Mehdi’nin kesin çıkış tarihi 21-22 aralık 2010’dur.Hadis-i şeriflerde bildirildiğine göre Hz.Mehdi dünyayı adalet ve eşitlikle dolduracaktır.Adalet ve eşitlik kavramları komünizmin sloganıdır.Öyle anlıyorum ki Hz.Mehdi ateist olmayan bir sosyalist ideolojiyi benimseyecek ve bütün dünyada uygulayacak.

Konuyla ilgili olabilecek bir diğer yazıyı verirken bir hatırlatmada bulunacağım, 2011 Türkiye’yi bölme planının Hz. Mehdi’nin çıkış yılı olan 2010–11 yılına gelmesi ilginçtir. Size de öyle gelmiyor mu?

2011 TÜRKİYE'DE İÇ SAVAŞ

Raporun adı; '2011 Türkiye'de iç savaş'

İskandinavya Türk Dili Konuşulan ve Komşu Ülkeler Araştırmalar Enstitüsü Direktörü Sefa Yürükel, Norveç Uluslararası İlişkiler Enstitüsü'nde terörizm uzmanı Prof. Toje Bjorge tarafından, Şubat 2003'te, kendisine okuması için verilen otuz sayfalık bir rapordan söz ediyor. Rapor, ancak, belge niteliği taşımıyor çünkü söz konusu edilen raporu sadece Yürükel'in şifahi anlatımından öğrenmek mümkün. Yürükel'e göre, '2011/Türkiye İç Savaş' başlıklı rapor, arkasında AB ve ABD’nin bulunduğu güçlerin Türkiye'yi bir iç savaşa sürüklemesinin mükemmel bir planı niteliğinde olup, bu savaşa müdahale etmesi öngörülen 'Batılı' güçler (mesela Birleşmiş Milletler) eliyle Türkiye'nin haritasının değiştirilmesi, küçültülmesi ve etkisizleştirilmesi hedefini anlatıyor.Rapor'da, bugüne kadar asıl hedef olarak Silahlı Kuvvetler ve Emniyet'i seçen PKK'nın ve de PKK'nın arkasında duran malum güçlerin bundan böyle -'Türk Milleti'ne Karşı toptan Savaş' başlattığı-sivil halkı-sizleri de hedef aldığı belirtiliyor. Bu strateji değişikliğinin arka plandaki amaçta; Türk-Kürt çatışması yaratmak, Güneydoğu'da etnik temizlik yapıldığı gerekçesiyle BM veya Batı'ya müdahale zemini hazırlamak ardından da 'kendi kaderini tayin etsinler' deyip referandum ile Güneydoğu'da bir federasyon ya da bölücü bir başka ayrılıkçı ortamı hazırlamak yani Türkiye'yi bir Irak'a bir Yugoslavya'ya çevirmek...' Bahsedilen -2011 Türkiye- raporu özetle bu şekilde.

Yazar / Güler Kömürcü
guler.komurcu@aksam.com.tr

Konuyla ilgili olabilecek diğer bir yazı aşağıdadır. Günter Verheugen Türkiye’nin 2011-12’de üye olabileceğini söylüyordu, fakat bu tarihin Hz. Mehdinin çıkış yılına denk gelmesi benim dikkatimi çekiyor, beni şüphelendiriyor. Günter Verheugen ve AB Türkiye’ye bence tuzak kurmak niyetindeydi, bu tarihte Türkiye üye olur denilerek Türkiye oyalanmak Türkiye’den taviz koparmak niyetindeydiler. Hâlbuki bu tarihte Hz. Mehdi zuhur edecek ve bütün İslam coğrafyasını kapsayacak İslam birliği kurulacak Hz.Mehdi bu kurulacak İslam birliğinin başına geçecek, Türkiye’de bu İslam birliğine katılacaktır. Dolayısıyla Türkiye AB’ye girmeyecek, giremeyecektir.AB yetkilileri bu gerçekten bana göre haberdardırlar.

VERHEUGEN: ‘Türkiye 2011’de üye olur.’

AB Komisyonu'nun Genişlemeden Sorumlu Komiseri Günter Verheugen Türkiye'nin siyasi kriterleri yerine getirmesi ve Kıbrıs sorununu halletmesi durumunda 2011'de AB'ye üye olabileceğini söyledi.
Avrupa Birliği Komisyonu'nun Genişlemeden Sorumlu Komiseri Günter Verheugen, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün katıldığı 14 Nisan'daki Türkiye-Avrupa Birliği Ortaklık Konseyi Toplantısı'nda geniş bir sunum yaptı. Önce Avrupa'da Türkiye karşıtı eğilimlerin varlığına dikkat çekti, bu eğilimlere karşı Türkiye'ye nasıl bir strateji izleyebileceğine ilişkin önerilerde bulundu.2004 sonunda Türkiye için müzakere tarihi belirlenememesini Türk halkının kaldıramayacağını vurgulayan Verheugen, üyelik için 10 yıllık bir takvim çizdi.
Verheugen'in Türkiye'ye seslendiği sunuşunda şu ifadeler yer aldı:
"Irak Savaşı Türkiye'nin stratejik önemini bir kez daha ortaya koydu. Türkiye'nin ekonomik potansiyeli diğer yeni üyelerin hepsinden fazladır. Türkiye, 21. Yüzyıl'da küresel sorunların kaynağı olan Batı-İslam dünyalarının çatışmalarının önlenmesinde önemli bir rol oynayabilir. Türkiye, her iki kampta da etkili önemli bir müslüman ülke. Bu unsurları içeren bir strateji Türkiye'nin önemini ortaya koyacaktır. Destek için Washington'a bakmayın, yarardan çok zarar getirdi.2003 sonuna kadar siyasi kriterlerle ilgili yükümlülüklerinizi yerine getirin. 2004'te de biraz uygulamaya bakarak 2004 sonunda sonuca gidilebilir. Kıbrıs sorunu da aşıldığı takdirde 2005'in ilk yarısında müzakereler başlar. Müzakereler dört, mali paketin görüşülmesi de bir yıl sürer. Türkiye 2011-2012'de üye olur."

Barçın YİNANÇ –CNN TÜRK

ATATÜRK HZ.MUHAMMET(SAS)NİN SOYUNDANDIR VE 14.ASRIN MÜCEDDİDİDİR:

Bu yazı İstiklal Marşı tahlilinin devamıdır.

İSTİKLAL MARŞININ ALTINCI KITASI ÜÇÜNCÜ MISRASININ TAHLİLİ

Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:

Eğer şiirde yine bir tek kişinin anlatıldığından hareket edersek ki şiirde başka birçok şeyden de söz edilmektedir, bu mısrayı şiirin akışına göre ve bu bilgiyle çözebilir, anlayabiliriz. Şair yine o kişiye seslenmektedir. Acaba ‘ şehit’ ifadesinden kasıt Türk tarihinde savaşlarda şehit düşen askerler midir yani o kişinin manevi dedelerimidir, değilse o kişinin babası mı şehittir. Ben ikinci ihtimal üzerinde durmak istiyorum. Böylece şiirin gizemini çözebilir, şifresini kırabiliriz. Eğer o kişinin babası şehit olarak nitelendiriliyorsa ve bunu doğru olarak kabul edersek, o kişinin babası ya şehit olup ölmüştür ya da şiirde sözü edilen olaylar dizisinden sonraki bir tarihte belki de bir saldırıya uğrayıp şehit edilecektir ya da o kişinin babası şehitlik mertebesinde birisidir. Şiirde sözü edilen kişi de bu durumdan bir şeref kazanmış şair tarafından şehit oğlu sıfatıyla sıfatlandırılmıştır. Mısranın ikinci bölümünde ‘ata’ ifadesi yer alıyor. Acaba bu ifadede belirtilen ata Türk milletinin dedelerimidir, değilse o kişinin öz ya da manevi dedelerimidir, bu da değilse Türkiye cumhuriyetinin kurtarıcı, kurucu liderimidir. Ben daha uç bir yorumla üçüncü ihtimal üzerinde durmak istiyorum.M.Kemal Atatürk Türk milleti tarafından ata unvanıyla anılmaktadır. TBMM. Tarafından da Atatürk soyadına layık görülmüş ve bu soyad ona verilmiştir. Atatürk soyadı Türkün atası yani Türkün önderi, kurtarıcısı anlamına gelmektedir. Ve mısrayla Atatürk arasında bir bağ kurarsak: bu şafaklarda yüzen al sancak sönerse, yani bağımsızlık kaybedilirse ruhu incinecek olan M.Kemal Atatürk’tür çünkü Atatürk hayatını Türk milletinin bağımsızlığı ve refahına adamıştır. Eğer Atatürk’ün ismi bu marşta geçiyorsa acaba Atatürk manevi bir şahsiyet olabilirmi, yani Allah tarafından Türk milletine bir kurtarıcı,önder olarak gönderilmiş olabilirmi? Allah her 100 yılda bir, İslam ümmetine bir lider yani alim yani ‘müceddid’ göndermektedir.
Konuyla ilgili bir hadis-i şerif şöyledir:
‘Gerçekten Aziz ve Celil olan Allah her yüz sene başında şu ümmetin dinini bidatten ayıracak, yenileyecek (ilim sahibi) bir zatı gönderir.’
(www.harunyahya.org)
Ama Atatürk bana göre askeri, siyasi, ekonomik alanda görev yapmış bir müceddiddir.İstisnai bir durum olarak farklı alanlarda hizmet yürütmüş, Müslüman bir ülkeyi, toplumu haçlı işgalinden kurtarmıştır Şiirde sözünü ettiğimiz manevi şahsiyetin doğum tarihi hicri 1400 yani miladi 1980 ise ki İslam kaynaklarında genel kabul böyledir, bundan güneş yılına göre bir yüzyıl geriye gittiğimizde miladi 1880 tarihine ulaşırız. Atatürk’ün doğum tarihi ile ilgili aşağıda yer alan yazıya göre Atatürk’ün gerçek doğum tarihi aslında 1881 değil 1880’dir yani bu ihtimal kuvvetle muhtemeldir. Eğer müceddidler güneş asrına yani miladi asra göre gönderiliyorlarsa şiirde sözü edilen manevi şahıs aynı zamanda bir müceddid ise kendisinden bir önceki müceddidin 1880 yılında doğmuş olması gerekir ki bu da Atatürk’ün doğum tarihine denk düşmekte, bende Atatürk’ün bir müceddid olabileceği fikrini uyandırmaktadır. Bu yorumu doğru kabul edersek ve Atatürk’ün isminin istiklal marşında dolaylı olarak geçtiğini kabul edersek müthiş bir sırrı daha ortaya çıkarmış oluruz. Müceddidler aynı zamanda seyyiddirler yani Hz.Muhammet’in soyundandırlar. Öyleyse Atatürk Hz.Muhammet’in soyundan gelmiştir ve hicri 14.asrın müceddididir.Atatürk hicri 14.asrın müceddididir,fakat sıradışı bir müceddiddir.Bazı çevreler Bediüzzaman Saidi Nursi’nin hicri 14.asrın müceddidi olduğunu ileri sürmekteler, oysaki bu halde Bediüzzamanın doğum tarihinin 1880 ve sonrasına denk gelmelidir. Atatürk görünüşte İslam dışı bir hayat sürmüştür.Bediüzaman'ın şifreli ifadesiyle Hz.Mehdi (as) 1994 ile 2011 yılları arasında tıpkı Atatürk gibi görünüşte islam dışı bir hayat sürmüştür,sürecektir.Hz.Mehdi'nin 17 miladi yıl İslam dışı bir hayat sürmesi onun 17 yıllık döneminde büsbütün hayırsız biri olduğunu göstermez.Aynı şekilde Atatürk'ün görünüşte islam dışı bir hayat sürmesi de Atatürk'ün büsbütün islama muhalif ve büsbütün hayırsız biri olduğunu göstermez.Atatürk bağnazlığa, yobazlığa, gericiliğe muhalif olmuştur.Risale-i nur enstitüsünün aşağıda yer alan yazısına göre Bediüzaman'ın doğum tarihi hakkında bana göre olması gereken 1880 tarihi tutturulamamıştır.Eğer Hz.Mehdi bir müceddid ise ki öyledir ve doğum tarihi hicri 1400 miladi 1980 ise ki öyledir, farzedelim müceddidler hicri asra yani ay yılına göre gönderiliyorlarsa Hz.Mehdi’den bir önceki müceddidin doğum tarihinin hicri 1300 yani miladi yaklaşık 1882 tarihine denk gelmesi gerekir ki buda Bediüzaman Said Nurs’inin doğum tarihine yani 1873 ve 1878 tarihlerine çok uzak düşmektedir.Öyleyse Bediüzaman Said Nurs’inin bir müceddid olabilmesinin mantıken imkanı yoktur. Bediüzzaman saidi nursi’nin verdiği bilgiye ve islam dünyasındaki genel kabule göre hicri 13.asrın müceddidi Mevlana Halid Cüneydi Bağdadi’dir. Onun doğum tarihi de hicri 1192 miladi 1778 yılı olarak bilinmektedir.Başka bir rivayete göre hicri 1193 miladi 1779 tarihi Mevlana Halid Cüneydi Bağdadi’nin doğum tarihidir.Ama resmi kayıtlarda ve bilinen tarihte bir hata olabileceğini göz önünde bulundurursak Mevlana Halid’in doğum tarihinin 1780 yılı olabileceğini de düşünebiliriz.Mevlana Halid Cüneydi Bağdadi'nin doğum tarihi hakkında üstünde durduğumuz 1778 ve 1779 tarihleri miladi 1780 tarihine çok yakındır.Hicri 13'nci ve hicri 15'inci asrın müceddidleri olan Hz.Mehdi'nin ve Mevlana Halid Cüneydi Bağdadi'nin doğum tarihlerini dikkate alırsak 1980'den miladi 100 yıl geriye ve 1780'den miladi 100 yıl ileriye gidersek 1880 tarihine ulaşırız ki bu tarih Bediüzaman'ın bilinen doğum tarihine yani yukarıda yer alan risale-i nur enstitüsünün çalışmasında zikredilen 1873 ve 1878 tarihlerine uzak düşmektedir.Eğer mücedditler Hicri asra göre gönderiliyorlarsa Hz. Mehdi'den bir önceki Müceddidin, hicri 1400 tarihinden 100 hicri yıl geriye gidersek miladi 1882 tarihinde doğmuş olması gerekir. Bu durumda da 1882 tarihi Bediüzaman'ın doğum tarihine yine uzak düşmektedir.Hz.Mehdi’nin hicri 1400 miladi 1980 tarihinde doğmuş olması gerektiğini kabul edersek hicri 1400 yılından hicri 100 yıl geriye gittiğimizde 1882 tarihine ulaşırız. 1882 yılını 14. asrın Müceddidinin doğum tarihi olarak kabul edersek bu tarihten hicri bir 100 yıl önceki Müceddidin miladi 1785 tarihinde doğmuş olması gerekir. Bu tarih de 13. asrın Müceddidi olan Mevlana Halid Cüneydi Bağdadi'nin doğum tarihine uzak düşmektedir.Mevlana Halid Cüneydi Bağdadi'nin doğum tarihi olarak 1778 ve 1779 tarihlerini biliyoruz.Bu tarihlerden hicri asra göre bir 100 yıl ileriye gidersek 1292 ve 1293 yani 1875 ve 1876 tarihlerine ulaşırız.Bu ulaştığımız tarihler tutturulmaya çalışılan Bediüzaman'ın doğum tarihine uzak düşmektedir.Bediüzamanın doğum tarihi ile ilgili tutturulmaya çalışılan tarih miladi 1878 hicri 1295 tarihidir.Görüldüğü üzere Bediüzaman'ın bir müceddid olabilmesinin mantıken imkanı yoktur. Eğer mücedidler hicri asra göre gönderiliyorlarsa ve Bediüzamanı’da bir müceddid olarak kabul edersek ve Bediüzaman’ın doğum tarihini hicri 1295 miladi 1878 olarak kabul edersek Bediüzaman’dan bir hicri asır önceki müceddidin hicri 1195 miladi 1781 tarihinde doğmuş olması gerekir ki bu da 13.asrın müceddidi kabul edilen Mevlana Halid Cüneydi Bağdadi’nin doğum tarihleri olan miladi 1778 ,1779 ve hicri 1295 ,1296 tarihlerine uzak düşmektedir.Eğer dersek ki müceddidler miladi asra göre göderiliyorlar ve buna göre 1778 ve 1878 tarihleri 13.asrın ve 14.asrın müceddidlerinin doğum tarihleridir, buna göre 15.asrın müceddidi olacak olan Hz.Mehdi’nin doğum tarihinin hicri 1398 miladi 1978 olması gerekir ki buda Hz.Mehdi’nin bilinen hicri 1400 miladi 1980 doğum tarihine uzak düşmektedir.Tekrar görüyoruz ki Bediüzaman’ın müceddid olabilmesinin mantıken imkanı yoktur.Buna rağmen bana göre belki diyebiliriz ki Atatürk'ün eksik yaptığı, tam olarak yapmadığı, yapamadığı müceddidlik vazifesinin önemli bir kısmını Bediüzaman Said Nursi, yazmış olduğu risale-i nur külliyatıyla yapmıştır, yerine getirmiştir.Belki de Bediüzaman Said Nursi Atatürk'ün tamamlayıcısı olarak Allah tarafından özel olarak görevlendirilmiş, yaratılmıştır. Bediüzaman Said Nursi'nin İslam dünyasının ve tarihinin yetiştirdiği sayılı büyük İslam alimlerinden ve evliyalarından biri olduğunu belirtmem gerekir. Tezimin yanlış anlaşılmasını istemediğim için bu tespiti yapmam gerekir.Ek olarak belirtmem gerekir ki Bediüzaman'ın Atatürk'e karşı sarfettiği hakarete varan sözlerine de katılmıyorum.Bütün paragraftaki çözümlemeler sadece bir tahmin, yorumdur, kesinlik arz etmemektedir, çünkü kesin delillere sahip değilim fakat bazı ipuçlarından yola çıkarak tahmin yapıyorum.Konunun anlaşılması için aşağıdaki alıntının da okunması gerekir.

-Müceddidin alim olması konusunda bir fikir birliği vardır. (Bununla beraber Ömer b. Abdülaziz bu kategoriye tam olarak uymamaktadır, ayrıca o¬nuncu/on altıncı asırda ilmi icazeti şüpheli olan bazı emirler, hanedanlık propagandası sebebiyle müceddid olarak ilan edilmiştir). Buna ilaveten, Hz. Peygamber'e nisbet edilen şu hadise dayanarak bazı muhaddisler müceddidin mutlaka Ehl-i Beyt'ten olması gerektiğini iddia etmişlerdir: "Allah, dinine bağlı olanlara her yüzyılın başında (veya sonunda) benim Ehl-i Beyt'imden, dinle ilgili konuları onlar için arındıracak birini ihsan edecektir (veya gönderecektir)." Diğerleri arasında Ahmed b. Hanbel de bu hadisin sahih olduğunu kabul etmiş, ancak "Âlü'r-Resûl"ü hem Ömer b. Abdülaziz'i, hem de eş-Şafii'yi içine alacak denli geniş anlamda tanımlamıştır. Müceddidlerin tayin edilmesinde belirgin veya devamlı olarak seyyid statüsü göz önünde tutulmamıştır. Bununla birlikte, müceddidin Ehl-i Beyt'ten olması gerektiği hakkında biraz önce aktarılan hadisin ortaya koyduğu ihtimal, sonraki asırlarda müceddidin işleviyle, genel fikir birliğiyle bu şerefli soya bağlı olacağı kabul edilen Mehdi'nin ortaya çıkışı arasında kurulan bağlantıyı açıklamada muhtemel sebeplerden birini akla getirmektedir. Nitekim eğer müceddidin Mehdi'nin gelişi için zemin hazırladığı kabul edilecek olursa, Mehdi gibi onun da Hz. Peygamber'in soyuna mensup olması uygun olacaktır.-

Şiilikteki 12 imam inancı aslında benim kaanatim 100'er yıl arayla gönderilecek olan 12 müceddid manasına gelmektedir.Aşağıda ismi yer alan müstesna şahıslar 'islam alimleri ansiklobedisi'nden 1 ay boyunca araştırılarak seçilmiştir.Seçim yapılırken, şahısların saygınlığı, yaptıkları hizmetler, doğum tarihleri ve soyları dikkate alınmıştır.İlk müceddidin miladi 680 değil 780 tarihinde gönderilmiş olması gerektiği kanaatini taşıyorum.Çünkü 680 tarihinden 100 yıl geriye gittiğimizde 580 tarihi karşımıza çıkar ki bu tarihte ne Hz.Muhammet (sas)'ye peygamberlik görevi verilmiştir ne peygamberimiz ne de islam dini doğmuştur.İslam dininin tamamlanması peygamberimizin vefatına dek, 632 tarihine dek sürmüştür.632 tarihini dikkate alırsak ilk müceddidin miladi 732 tarihleri civarında gönderilmiş olması gerekir.Böyle düşünürsek makale boyunca anlatığımız çelişkiler daha da derinleşecektir.Gönderilen bütün müceddidleri 100’er yıl arayla tahmini olarak sıralarsak:

12.İMAM ve 12.İMAMIN DOĞUM-ÖLÜM TARİHLERİ

1)19 Mayıs 780 m.(d. 780 ö. 855) : İmam-ı Ahmet Bin Hambel
2)19 Mayıs 880 m.(d. 879 ö. 941) : Ebü'l-Hasen-i Eş'arî
3)19 Mayıs 980 m.(d. --- ö.1062) : Muhammed Bin Selame El-Mısri
4)19 Mayıs 1080 m.(d.1077 ö.1166) : Seyyid Abdülkadir-i Geylani
5)19 Mayıs 1180 m.(d.1182 ö.1262) : İzzettin Bin Abdüsselam
6)19 Mayıs 1280 m.(d.1281 ö.1338) : Hacı Bektaş-ı Veli
7)19 Mayıs 1380 m.(d.1381 ö.1455) : Ebul Hasen Suyuti
8)19 Mayıs 1480 m.(d.1483 ö.1567) : Ali Mütteki El-Hindi
9)19 Mayıs 1580 m.(d.1583 ö.1661) : Seyyid Ahmed Bin Muhammed
10)19 Mayıs 1780 m.(d. ---- ö.1722) : Seyyid Nur Muhammed Bedevani
11)19 Mayıs 1780 m.(d.1778 ö.1826) : Mevlana Halid-i Bağdadi
12)19 Mayıs 1880 m.(d.1881 ö.1938) : Mustafa Kemal Atatürk


19 Mayıs 1980 m.(d.1980 ö. ----) : Hz.Mehdi(as)

Müceddidlerin doğum günü olarak verdiğimiz 19 Mayıs tarihi Atatürk’ün doğum günü esas alınarak hesaplanmış, 19 Mayıs 1919 Atatürk’ün samsuna çıkış tarihinin özel önemi dikkate alınmıştır.Yukarıda yer alan müceddidlerin bilinen doğum tarihlerinde birkaç yıllık yanılma olabileceğini de dikkate alarak bir tahmin yaptım.Dikkat edilirse Hz.Mehdi 12 imam, 12 müceddid arasına dahil edilmemiştir.Çünkü Hz.Mehdi Allah'ın elçisi, halifesi olacaktır.Yani Hz.Mehdi diğer müceddidlerden farklı olarak sadece bir imam, müceddid değil elçidir.14.asrın yani 12.müceddidinin Mustafa Kemal Atatürkle birlikte Sait Nursi'yi (Bediüzaman) de bana göre fiili müceddid sayabiliriz.14.asrın müceddidinin kim olabileceği hakkında fikir yürütebikmek için aşağıdaki konuları da okumak gerekir düşüncesindeyim.

BEDİÜZAMAN'IN SEYYİDLİĞİ ( Soyu ) MESELESİ

Yazan: zulfikar 28 Dec 2006

...Bu hadiseden az sonra Bediüzzaman Hazretleri, Osman Çalışkan’ı yanına çağırmış ve “Kardeşim, ben hem Hasenîyim, hem de Hüseynîyim… Ahmed Feyzi’nin bütün söylediklerini kabul ediyorum. Haydi git!” demişti.

Bediüzzaman’ın, Urfalı Salih Özcan’a da seyyidliğinden söz ettiğini görüyoruz. Salih Özcan ziyaretlerine geldiklerinde, nesebini sormuş, seyyid ve Hüseynî olduğunu öğrenmişti. Üstad da ona, “Ben hem Hasenîyim, hem de Hüseynîyim” cevabını vermişti...

05.07.2005

ŞABAN DÖĞEN
Yeni Asya

BEDİÜZAMAN HANGİ TARİHTE DOĞDU?

Risale-i Nur Enstitüsü

Bediüzzaman Said Nursi hakkında yapılan biyografik çalışmalarda, henüz Miladi takvime göre ortak bir doğum tarihi ortaya konulamamıştır. Hatta biz bu araştırmamız esnasında gördük ki doğru tarihe hiç ulaşılamamıştır. Yani Miladi 1873’le başlayan farklı doğum tarihleri zinciri, düzeltilmek maksadıyla önce 1876 ve daha sonra da 1877 yılına çekilmiştir. Fakat, bizim Bediüzzaman’ın doğum yılı olarak ortaya koymaya çalıştığımız Miladi 1878 tarihine bu zamana kadar ulaşılamamıştır.

Takvim Sorunu

Said Nursi, yaşadığı dönem itibariyle üç ayrı takvimle muhatap olmuştur. Bunlardan ilki Hicri Takvimdir. Hicri Takvim, Hz. Peygamberin Mekke’den Medine’ye hicretini milat kabul eden, yani Miladi 622 yılında başlayan ve Müslüman Arapların ayın devrelerini esas alarak geliştirdiği bir takvimdir. Bir yıl—ayların gün sayısı toplamına göre—354 ya da 355 gündür. Türkler de İslam’ı kabul ettikten sonra, 1 Ocak 1926’ya kadar bu takvimi kullandılar.

İkincisi Rumi Takvim(Mali Takvim)’dir. Osmanlı Devletinde, Ay yılı ile güneş yılı arasındaki 11 günlük farktan kaynaklanan problemleri gidermek maksadıyla, 17. yüzyılın ortalarından itibaren kullanılmaya başlanan Rumi Takvim, mali ve idari işlerde ve yazışmalarda kullanılıyordu. Doğum tarihleri de bu tarihe göre kaydediliyordu. Rumi Takvim 1926’dan itibaren bütçe dışında bütün resmi işlemlerden kaldırıldı.

Üçüncüsü ise 1 Ocak 1926’dan itibaren kullanmaya başladığımız Miladi Takvim(Gregoryen Takvimi)’dir. Hz. İsa’nın doğumunu 0(sıfır) kabul eden ve 15 Ekim 1582 tarihinde son şeklini alan bu takvime göre yıl, 365 güne sabitlenerek takvimin doğru gitmesi sağlanmıştır.

Hicri, Rumi ve Miladi yıllar arasındaki gün farklılıkları ve artık yıllar nedeniyle, Hicri Takvime göre binikiyüzdoksanbeş (1295) ve Rumi Takvime göre binikiyüzdoksanüç (1293) olarak kayıtlı olan Bediüzzaman’ın doğum tarihini, bugün kullandığımız Miladi Takvime çevirmede yanlış sonuca ulaşmak kaçınılmaz olmuştur.

Yanlış Tarihler

Doğum tarihiyle ilgili ilk yanlış bilgi 1957 yılında Bediüzzaman’ın talebeleri tarafından neşredilen Tarihçe-i Hayat isimli eserde verilmiştir. Bu eserde doğum tarihi Hicri(H)1290-Miladi(M) 1873 olarak yer almaktadır. Hicri 1290’ın Miladi karşılığı 1873 olmakla birlikte H. 1290 tarihine başka hiçbir yerde rastlanılmamaktadır.

Bediüzzaman’ın doğum yılı olarak Hicri 1295’in doğruluğundan şüphe yoktur. Zira hem Bediüzzaman’ın beyanına göre resmi makamlarca doldurulan kimlik belgelerinde doğum yılı olarak bu tarih yer almaktadır, hem de pek çok yerde geçen Rumi(R) 1293 tarihinin Hicri karşılığı 1295’tir. Yani R. 1293 ile H. 1295 arasında sağlama yapılmıştır. Bu iki tarih de doğrudur.

Said Nursi’nin doğum yılı olarak şimdiye kadar yapılan çalışmalarda ulaşılan ikinci yanlış sonuç ise M. 1876’dır. Bediüzzaman’ın kronolojik olarak hayatının anlatıldığı en önemli kaynaklardan olan, Necmeddin Şahiner’in kaleme aldığı, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi isimli eserde yer alan bu yanlış, Rumi Takvimden Hicri Takvime yapılan tarih çeviriminden kaynaklanmıştır. Zira, Rumi tarih 1293 olarak verilmektedir ki, bu M. 1876’yı karşılamamaktadır.

Doğru tarih nedir peki? Elimizde doğumu gün ve ay olarak gösteren bir bilgi olmadığına göre kabaca, yıldan hareketle doğru tarihi yakalamak durumundayız. Bu konuda ulaşılan bir çok kaynak Rumi olarak 1293’ü göstermektedir. Bunlardan en önemlileri Bediüzzaman’ın 26 Eylül 1337 yani 26.09.1921 tarihinde aldığı Hüviyet Cüzdanı ve yine 17 Teşrin-i evvel 1337 yani 17.10.1921 tarihinde kendi beyanıyla doldurulup Darü’l Hikmeti’l İslamiye reisliğine sunulan özgeçmişidir. Ayrıca Bediüzzaman’ın talebesi Müküslü Hamza’nın ve yeğeni Abdurrahman’ın(Nursi) yazdığı tarihçelerde de R. 1293 tarihi zikredilmektedir. Yine Said Nursi kendi eserleri olan Lem’alar ve Şualar’da doğum tarihini 1293 olarak ifade etmektedir. Tarih Çevirme Kılavuzuna baktığımızda Rumi 01.I.1293 ile 19.X.1293 arasındaki zaman dilimi, Miladi 1877 tarihine karşılık geliyor. Yani R. 1293’ün ilk on ayı M. 1877 yılının içinde yer alıyor. Bu noktadan hareketle doğum tarihini 1877 olarak kabul etmek doğru gibi gelebilir. Ki, bunu bazı eserlerde görüyoruz.

Bediüzzaman’ın Doğum Yılı İçin Doğru Tarih 1878’dir

Ancak, yukarıda zikrettiğimiz M. 1877’yi karşılayan Rumi on ay içinde, Hicri 1295’i bulamıyoruz. H. 1295, tam da R. 1293’ün içindeki M. 1877 tarihinin bitiminden beş gün sonra başlamaktadır. Yani belgelerle sabit olan R. 1293 ve H. 1295 tarihlerinin Miladi olarak kesiştikleri yıl 1878’dir. Bir başka ifadeyle Hicri 1295 yılının başladığı 01 Muharrem (R. 24 Kanun-ı evvel 1293) ile Rumi 1293 yılının bittiği 28 Şubat (H. 08 Rebiü’l evvel 1295) tarihlerinin kesiştiği Miladi dönem, 05 Ocak 1878 ile 12 Mart 1878 arasıdır. Bu durumda Bediüzzaman Said Nursi’nin doğum yılı, her halükarda 1878’dir. Yani Bediüzzaman Said Nursi, 5 Ocak 1878 ile 12 Mart 1878 tarihleri arasında bir günde dünyaya gözlerini açmıştır.

Umarız bundan sonra yapılacak olan yayınlar bu bilginin ışığı altında Bediüzzaman’ın doğum tarihini doğru bir şekilde yazarlar. Ve yine umarız bu küçük araştırma akademik disiplin altında yapılacak olan biyografi yada tarihçe-i hayat çalışmaları için bir başlangıç olur.

(RİSALE-İ NUR ENSTİTÜSÜ)

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN DOĞUM TARİHİ

« Atatürk’ün doğum yılı 1880’dir. » (Atatürk. Ziya Şakir. 1938)
—: Atatürk'ün doğum yılı 1880’dir. (Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığınca 1939 da yayınlanan 114 sayılı Askeri Derginin fevkalâde nüshası.)
—: Atatürk’ün doğum yılı 1880’dir. (Atatürk'ün hatırasına çıkarılan posta pullarında. 1939)
—: Atatürk’ün doğum yılı 1880’dir. (Milli Eğitim Bakanlığının Liseler için yayınlanan ve Atatürk tarafından düzeltilmesi yapılan Türkiye Cumhuriyeti Tarihi. 1950) (Bu kitabın Atatürk tarafından düzeltilmesi bile; Atatürk'ün doğum tarihini 1880 olarak kabul etmemizi gerekli kılacak kadar önemli bir sebeptir) (Sadi Borak. Her yönüyle Atatürk. 1962. Sahife: 82, Her yönüyle Atatürk. 1974. Sahife : 26.)
—: « Atatürk’ün nüfus tezkeresinde yalnız 1296 yazılı idi. Bu da Milâdi tarihine göre 1880 yılına rastlamaktadır. » (Kemal Atatürk ve Milli Mücadele tarihi. Enver Behnan Şapolyo. 1958. Sahife: 16)
—: «Atatürk’ün doğum yılı 1880'dir. » (Atatürk ve Hayatı 1963. Hikmet Bayur.)
— C —
1881 Diyenler
—: « Mustafa Kemal bir Makedonyalı idi. Doğduğu yer, Vilâyeti Denize bağlayan Selânik şehri, kozmopolit bir liman. Doğum tarihi de 1881’dir. » (Atatürk ve bir Milletin Yeniden Doğuşu. Lord Kinross. Birinci Bölüm. Sahife: 23)
—: « Türk olarak meydana gelmek. 1881 Martında Selânik'de oturan küçük bir memur ailesinin, Mustafa adını alan oğulları dünyaya geldiği zaman... » (Atatürk. Siyasi ve Hususi Hayatı. Niyazi Ahmet Banoğlu. Sahife: 9.)
—: « 1881 yılında, Selâniğin mütevazı bir evinde dünyaya geldi. » (K. Atatürk diyor ki. Yaşar Nabi. Sahife : 9.)

—: Atatürk’ün doğum yılı 1881’dir. (Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayınlanan Türk Ansiklopedisi 26.ncı Fasikül ve İslâm Ansiklopedisi 10.ncu Cüz.)
—: Atatürk’ün doğum yılı 1881’dir. (B.M.M. 25 nci yıldönümü dolayısıyla 1945’de çıkarılan Meclis Albümü. Faik Reşit Onat)
—: « 1881 Martında; Osmanlı İmparatorluğunda, durumun iyi olmadığı bir dönemde, Selânik'de oturan küçük bir memur ailesinin bir çocukları
dünyaya geldi. Ona Mustafa adı verildi. » (Mustafa Kemal, Kurt ve Pars. Le Loup et le Leopard Benoist Mechin. 1954. Sahife: 85)
—: Atatürk'ün doğum tarihi 1881’dir. (Afet İnan Kemal Atatürk'ü Anarken. 195.)
—: (1881 - 1919) (Tek Adam. Mustafa Kemal. Şevket Süreyya Aydemir. 1963 basılı kitabının kabında 1881 - 1919 yazılıdır.)
—: « Atatürk’ün 1881 doğumlu olduğu muhakkak gibidir. Hiç unutmam Mütarekede İstanbul'da bugünkü -Atatürk Müzesi- olan binada; bir akşam yemeğinden sonra oturmuş, oradan buradan konuşuyorduk. Rauf Orbay da orada idi. Söz dönmüş dolaşmış yaş bahsine gelmişti. «Fuat Paşa» demişti. Rauf beyle ben, senin ağabeyin sayılırız. Çünkü ikimiz de senden birer yaş büyüğüz. Benim doğum tarihim 1882 dir) (Sınıf arkadaşım Atatürk. General Ali Fuat Cebesoy. .1967. Sahife: 3).
—: (1881-1938) (Çankaya. Falih Rıfkı Atay'ın 1969 basılı Çankaya adındaki büyük kitabının kabında 1881 - 1938 ve on beşinci sahifede de ortada, Mustafa Kemal yazısının altında da (1881 - 1914) yazılıdır.)
—: (Atatürk Diktatör müdür ?) adlı eserinde Muhtar Kumral şöyle diyor : « ... Atatürk’ün kendi eliyle doldurduğu Nüfus Kâğıdında doğum tarihi 1881 olarak işaret edilmesine göre, sahih rakamın 1881 olması gerekir » (Her yönüyle Atatürk. 1962. Sahife : 82) (Her yönüyle Atatürk. 1974. Sahife : 26)
—: « ... Yukarıda saydığımız sebeplere dayanarak ; Atatürk'ün doğum yılını Rumi 1296, Milâdi 1881 (Nüfus tezkeresine göre) olarak kabul etmemiz gerekiyor. » (Mustafa Baydar. Her yönüyle Atatürk. 1974 Sahife : 25 )
—: Bilindiği gibi ; Atatürk'ün doğum yılı 1881’dir. (Her yönüyle Atatürk. 1962. Sahife : 19. 83) (Her yönüyle Atatürk. 1974. Sahife : 27)
—: Atatürk’ün doğum tarihi; sağlığında kendi kontrolünden geçen hal tercümesinde 1881 olarak tespit edilmiş ve İslâm Ansiklopedisine de böylece geçmiştir. (Türk Tarih Kurumu Başkanlığı. 10 / 07 / 1965)
—: «Selânik'de Islahhane semtinde Ahmetsubaşı Mahallesinde üç katlı evde; 1881 yılında bir çocuk doğmuştu. Mustafa ismi konulan bu çocuk, sonra bir vatan kurtarmıştı. Kapıdan içeri girerken huşu içinde idim. 1881 yılında, bu evde bir çocuk değil, bir tarih doğmuştu. » (Mehmet Şevket Rado Hayat Dergisi. 06/Mayıs/1971.)
—: « Cumhurbaşkanı Atatürk’ün 19/Mayıs/1881 tarihinde doğmuş olduklarını arz ederim. » (Genel Sekreter 12/11/1936)
(İngiltere Maslahatgüzarı Mösyö Morgan ; Dışişleri Bakanlığına başvurarak, Cumhurbaşkanımızın doğum günü münasebeti ile, İngiltere Kralı Sekizinci Edward tarafından hususi ve samimi bir tebrik telgrafı çekileceğini söylemiş ve Atatürk’ün doğum tarihinin bildirilmesi 10/11/1936 günlü yazı ile rica edilmiş, buna, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğinden Dışişleri Bakanlığına yazılan, yukarıdaki 12/11/1936 günlü cevap verilmiştir.) (Mustafa Baydar’dan. Her yönüyle Atatürk 1974 Sahife : 24)
—: « Annem arada anlatırdı : « Mustafa’m, karlı, fırtınalı bir gecede doğmuştu. Hatta pek hazırlıklı değildim. Eksik olmasınlar, konu komşu, ellerinde fenerlerle bizlere yardıma koştular. » İşte bu gece, 13/Mart/1881’e tesadüf etmektedir. » (Makbule Atadan. Muhtar Kumral'dan. Her yönüyle Atatürk. 1962 Sahife : 83) (Her yönüyle Atatürk. 1974 Sahife : 27)
—: « Aziz Atatürk'ün kız kardeşleri merhume Makbule Atadan’ın verdikleri malumata göre, 13/Mart/1881 gününü, Atatürk’ün doğum günü olarak kabul etmek gerekir. » (Muhtar Kumral, Her yönüyle Atatürk 1962 Sahife : 83) (Her yönüyle Atatürk. 1974 Sahife : 27)

(KEMALİSTÜRK.COM)


Tahlilimi destekleyecek bilgileri böylece tahlilin sonunda vermiş oldum. Bu yazı şu an yaşamakta olan ve Türkiye’de ikamet eden Hz. Mehdi(a.s)nin açıklamalarından faydalanılarak hazırlanmıştır.

20.09.2006

KAYNAK: Mustafa KARAMAN